•     01 Temmuz 2025

SAVUNMA

İSTANBUL 27 AĞIR CEZA MAHKEMESİ

SAYIN BAŞKANLIĞI’NA

 


DOSYA NO. 2017/148 E.



DİLEKÇE ÖZÜ: Sayın Duruşma Savcısı Hacı Hasan Bölükbaşı’nın hakkımda 16 Mart 2018 tarihinde Sayın Mahkemenize sunmuş olduğu “Esas Hakkındaki Mütalaa”ya dair yazılı savunma metninin arz edilmesidir.


AÇIKLAMALAR

İddia makamı, sunduğu esas hakkındaki mütalaada, “Silahlı Terör Örgütüne Üye Olmamakla Birlikte Örgüte Yardım Etme” suçunu işlediğim iddiasıyla cezalandırılmamı talep ediyor.
İddia makamı bu talebini bana yönelttiği üç temel suçlama ile gerekçelendiriyor.

Birincisi, 12 Temmuz 2016 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Erdoğan babamız olmak istiyor” başlıklı köşe yazısını kaleme alarak, “Devlete yönelik isyan, başkaldırı gibi antidemokratik yöntemleri meşru gösterme çaba ve gayreti içerisine girdiğim, hoşa gitmeyen devlet yönetimini demokratik yollardan değil hukuk dışı antidemokratik yollardan devirmek adına asiliği normal, meşru ve kabul edilebilir olarak değerlendirip yansıttığım” şeklindedir.

İkincisi, “2013-2016 yılları arasında FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün yayın organları olan Cihan Haber Ajansı, Feza Gazetecilik A.Ş. (Zaman Gazetesi), Samanyolu Habercilik Yayın Hizmetleri A.Ş.(Samanyolu TV) adına kayıtlı telefonlar ile sonradan Terör Örgütü ile bağlantısı nedeniyle el konularak kayyum atanan Zaman Gazetesi, Bugün TV, Cihan Haber Ajansı çalışanları, çeşitli meslek gruplarına mensup ve haklarında FETÖ/PDY Terör Örgütü üyeliği suçlarından dolayı soruşturma ve yargılama bulunan veya bu terör örgütünün kriptolu haberleşme aracı olan ByLock programı kullanan kişilerle sık ve çok sayıda olduğu iddia edilen telefon iletişimlerinde bulunduğumdur.

Üçüncüsü, Mayıs 2016 tarihinden itibaren Cumhuriyet’te yazarlık ve 27 Eylül 2016 tarihinden gözaltına alınıp tutuklandığım 31 Ekim 2016 tarihine kadar 34 gün süreyle yayın danışmanlığı yapmış olmam münasebetiyle, Cumhuriyet gazetesi yönetimine isnat edilen, sözde yayın politikası değiştirme yoluyla terör örgütlerini destekleme suçuna ortak olduğumdur.

Bu suçlamaların hepsi asılsızdır ve gerçek dışıdır.

Esasen bu suçlamaların akla ve mantığa temelden aykırı olduğunu 24 Temmuz ve 11 Eylül 2017 tarihli celselerde yaptığım detaylı savunmalarda inkarı mümkün olmayan bir kesinlikle teşhir etmiş idim. Şimdi Sayın Duruşma Savcısı’nın esas hakkındaki mütalaasında, aynı suçlamaların lafızlarındaki bazı değişikliklerle birlikte özünü muhafaza ederek yeniden yer aldığını görüyorum. İddia makamı esas hakkındaki mütalaasında delilsiz ve temelsiz iddianameyi genel hatlarıyla tekrarlamış, göz ardı edilmesi hukuken mümkün olmayan savunmalarımı dikkate almamıştır.

Savunmamı Sayın Mahkemenize takdim ederken, Sayın Duruşma savcısının önemli ölçüde iddianamenin tekrarından oluşan mütalaasını doğal olarak esas alacağımdan, bu talihsiz durumun, önceki savunmalarımda dile getirdiğim bazı hususları bir kez daha dikkatinize sunmaya beni mecbur ettiğini üzülerek belirtmek isterim.  

Birincisinden başlamak gerekirse, Cumhuriyet gazetesinde 12 Temmuz 2016 tarihinde yayımlanan “Erdoğan babamız olmak istiyor” başlıklı yazım dolayısıyla, “Devlete yönelik isyan, başkaldırı gibi antidemokratik yöntemleri meşru gösterme çaba ve gayreti içerisinde olmakla, hoşa gitmeyen devlet yönetimini demokratik yollardan değil hukuk dışı antidemokratik yollardan devirmek adına asiliği normal, meşru ve kabul edilebilir olarak değerlendirip yansıtmakla” suçlanırken, Sayın Duruşma Savcısı’nın iddianamede şahsıma bu yazıya binaen yöneltilen suçlamaların lafzında ısrardan vazgeçtiğini görüyorum.

İddianamede bu husustaki suçlama neydi ve bunun karşısında kendimi nasıl savunmuştum, özetlemek istiyorum.

İddianamede, bahse konu yazım nedeniyle “açıkça ve doğrudan Cumhurbaşkanı’nın şahsını hedef almak” ve “Türkiye’de otoriter bir rejim bulunduğu algısını yaratmaya çalışmakla” suçlanmıştım.

24 Temmuz 2017 tarihindeki celsede bu suçlamaya mukabil, Türkiye’de “açıkça ve doğrudan Cumhurbaşkanı’nı hedef almak” diye bir suçun olmadığını, bilakis iyi bir gazetecinin, eleştiri konusunu açıkça ve doğrudan hedef alacağını, bu konu Cumhurbaşkanı’nın icraat ve söylemi olunca da net biçimde anlaşılması için eleştirisini açık ve doğrudan dile getirmesi gerektiğini vurgulamıştım. Ayrıca, demokrasilerde Cumhurbaşkanı’nın eleştiriden muaf olduğuna dair bir yasa olamayacağından, cumhurbaşkanı eleştirilecekse bunun üstü örtülü ve dolaylı yoldan yapılacağı hususunda bir teamülün varlığından da bahsedilemeyeceğini söylemiştim.

Yine bu yazı dolayısıyla iddianamede üzerime atılan, “Türkiye’de otoriter bir rejim bulunduğu algısını yaratmaya çalışmak” suçlamasının hukuki değil, siyasi nitelikte bir suçlama olduğunun altını çizmiştim. Şunları söylemiştim: “Gazetecinin işi algı yaratmak değil, olguları nesnel biçimde değerlendirmektir. Gazeteci bir görüş ifade ediyorsa bunu olgularla destekler. Benim suçlanan yazım da sarsılmaz olgularla desteklenip doğrulanmış bir görüşü içermektedir”.

İlaveten, Türkiye’deki rejimin otoriterleştiği uyarısını yıllardır her mecrada açık ve seçik biçimde yazan bir köşe yazarı olduğumu ve bu görüşümü her zaman olgulara dayandırdığımı hatırlatmıştım. Örnek olarak da 13 Eylül 2009 gibi eski bir tarihte Milliyet gazetesinde yayımlanan “Seçimli otokratik rejim yolundayız” başlıklı yazımı göstermiştim.

Bu doğrultuda yaptığım savunma, mezkur yazıyla ilgili iddianamedeki suçlamanın, akıl, mantık ve hukuk açısından boş ve geçersiz olduğu hususunda Sayın Duruşma savcısı tarafından ikna edici bulunmuş olmalı... Çünkü Sayın Savcı iddianamedeki suçlamaları esas hakkındaki mütalaasına koymamış. Lakin o yazımdan ötürü beni suçlamaktan yine de vazgeçmemiş.
Mamafih yeni bir suçlama da getirmiyor Sayın Savcı...
Ya ne yapıyor?
İddia makamı, aleyhimizdeki sorunlu, delilsiz, asılsız suçlamalarla dolu iddianameyi hazırlayan soruşturma savcısının bile itibar etmediği ve fakat daha önce, tutuklanmamız aşamasında ileri sürülmüş bir suçlamaya rücu ediyor. Sayın İddia Makamı 5 Kasım 2016 tarihinde tutuklanmamıza karar veren 9 numaralı Sulh Ceza Hakimliği’nin bu maksatla aleyhimde kullandığı suçlamaya müracaat ediyor. 
9 Numaralı Sulh Ceza Hakimliği, tutuklanmamızla ilgili gerekçeli kararında, mezkur yazının iddia makamının da alıntıladığı son paragrafını aktararak, burada benim “seçimle gelen cumhurbaşkanına karşı ayaklanma ve benzer gayrimeşru bir yöntem önerdiğimi” öne sürmüş ve bunu bir tutuklama gerekçesi olarak göstermişti.
“Ayaklanma önerdiğime” dair suçlama, benim “üye olmamakla beraber, terör örgütüne bilerek ve isteyerek yardımcı olmak” suçunu işlemekten ötürü cezalandırılmamın istendiği iddianamede neden yer bulamamıştır? Benim bu soruya cevabım nettir: “Erdoğan babamız olmak istiyor” başlıklı yazım hakkında, iddianamede yer alan suçlamalardan çok daha mantıksız, çok daha temelsiz, asılsızlıkta aşırılığın boyutlarını çok daha fazla zorlayıcı ve tüm bunlardan ötürü de çok daha saçma olduğu için...
Peki Sayın Savcı, iddianamede bile itibar edilmeyen bir suçlamayı esas hakkındaki mütalaasına neden almıştır?
Duruşma sürecinde, dosyaya “ayaklanma çağrısı” suçlamasını destekler mahiyette yeni bir delil mi girmiştir? Bu yazı ile ilgili aleyhimde ifade veren bir tanık mı ortaya çıkmıştır?
Hayır, bu yazıya dair mütalaadaki suçlamayı destekler mahiyette hiçbir delil konulmamıştır dava dosyasına.
O halde neden?
Madem esas hakkındaki mütalaada bu yazı hakkındaki suçlamanın mahiyeti değiştiriliyor, o halde bu mahiyeti destekleyen delillerin de işaret edilmesi gerekmez miydi?
Benim izahatım şudur: Sayın Savcı, beni bu yazıdan dolayı suçlama baskısı altındadır; iddianamedeki suçlamada ısrarlı olamamış, lakin yeni bir suç da icat edememiştir. Sonunda Sulh Ceza Hakimi’nin gerekçeli kararına göz atarak, orada aradığını bulduğuna hükmetmiş olmalıdır.


Mütalaasında, ayaklanma çağrısı yaptığım iddiasının zeminini hazırlamak için, zikrolunan yazımın “eleştiri yazısı görünümünde olduğuna” dair bir görüş serdediyor Sayın Savcı...
Yasalar ve hukuk, Sayın İddia Makamı’na bir gazetede yayımlanmış köşe yazısının, içeriğinin ötesinde bir de görünüme sahip olduğuna ve bu görünümün de niteliği hakkında bir kanaate varmak hususunda, sübjektif ve fevkalade özel vasıtalar mı sunmaktadır?
Kuşkusuz ki hayır.
İddia makamının bir yazıda suç unsuru ya da bir suçlamayı destekleyen delil niteliği bulmak için değerlendirme konusu yapılan metinde kullanılan sözcüklerin anlamlarını bilmek dışında bir vasıtası olamaz.
Türkçe sözcükleri sözlükteki anlamları dahilinde kullanmak ve anlamak hususunda, sanık köşe yazarı olarak ben ve Sayın İddia Makamı eşit konumlardayız.
Belirtmeliyim ki “Erdoğan babamız olmak istiyor” başlıklı yazım bir eleştiri yazısıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sigara karşıtı olmasını değil, sigara karşıtlığının üslubunu ve tarzını eleştirmek için yazmışımdır. Bunun eleştiri yazısı olmadığı, eleştiri maksadıyla yazılmadığı, eleştirinin bir görünümden ibaret olduğu, yazımı beğenmeyen bir başka köşe yazarı tarafından ileri sürülse buna yine karşı çıkardım. Ama bu görüş esas hakkındaki mütalaada yer alırsa, bu iddiayı destekleyen delilleri de bilmek isterim. Sayın Savcı suçlama mevzuu yapılan yazımdaki eleştirinin neden içeriği değil de görünümü teşkil ettiği hususunda herhangi bir delil ortaya koyamıyor. 
“Erdoğan babamız olmak istiyor” başlıklı yazımda, eleştirimin konusunu oluşturan sigara karşıtlığı tarz ve üslubunun önce anlamını çözmüş ve sonra da yorumlamış bulunuyorum. Yazıma attığım başlık da o çözümleme ve yorumun neticesini yansıtmaktadır.
Yazının tamamı iddianameye alınmış ve dolayısıyla Sayın Mahkemenizin görüş ve değerlendirmesine bir bütün olarak sunulmuştur. Toplumu oluşturan bireylerin hak ve özgürlüklerini müdrik, hür düşünceli, bağımsız karakterli ve vicdanlı vatandaşlar olarak temayüzünü ve buradan hareketle demokrasiyi, hukuk devletini ve çoğulculuğu savunan bir köşe yazarıyım. Böyle olduğum için, seçimle iş başına gelmiş siyasetçilerin, kendilerini toplum ve fertler için en iyisinin ne olduğunu her zaman bilen, hikmetlerinden sual olunmaz bir “baba figürü”ne dönüştürmelerine itiraz etmem tabiidir. Suçlandığım yazıda da bu itirazımı dile getirdim.
Soruşturulmam, tutuklanmam ve yargılanmam sırasında aleyhimde üretilmiş olan bütün vesikalarda, yazımın alıntılanan son paragrafından, “isyanı, başkaldırıyı ve devlet yönetimini hukuk dışı antidemokratik yollardan devirmek adına asiliği meşru ve kabul edilebilir olarak gösterdiğim” sonucunu çıkarmak abesle iştigaldir.
32 yıllık gazetecilik hayatımın hiçbir döneminde, kullandığım herhangi bir ifade nedeniyle gerçekte neyi kastettiğimi anlatmak zorunda kalmadım. İşimi iyi yapmış olmalıyım ki buna gerek olmadı. Çünkü gazetecilik sözcükleri doğru seçme sanatıdır aynı zamanda.
Burada huzurunuzda da, suçlandığım yazıda gerçekte neyi kastettiğimi anlatmak zorunda değilim. Çünkü ne yazmışsam, hangi sözcükleri seçmişsem o sözcüklerin sözlükte taşıdığı anlamı ve anlamları ifade etmişimdir.
Şimdi de hangi sözcükleri neyi kastederek seçtiğimi anlatmama gerek yok. Ama bu mütalaa ile yüz yüze kaldıktan sonra, suçlama konusu yapılan o son paragraftaki sözcüklerin anlam ve bağlamını açıklamama sanırım gerek var.
Seçimle iş başına gelmiş bir yöneticinin otoriter bir babaya dönüşmesini demokrasinin bekası açısından sakıncalı bulduğum için yazımdaki “asi evlat” sembolizmini bir antitez olarak kullandım. Bu antitezden er ya da geç, mutlaka bir senteze varacağız, bu sentezin adı “toplumsal mutabakat ve demokrasi” olacaktır.
Sayın Duruşma Savcısı, beni “Devlete yönelik isyan ve başkaldırı gibi yöntemleri meşru gösterme çaba ve gayreti içinde olmakla” suçlamak için alıntıladığı paragraftaki çok önemli bir içeriği göz ardı ediyor.
Sigara aleyhtarlığının tarz ve üslubunu bir siyasi eylem olarak değerlendirip eleştirdiğim “otoriter baba figürü”nden hareketle bunun diyalektikteki karşıtı olan “asi evlat” simgesine varıyorum... O noktada duruyor, konumuz sigara olduğu için ve sigara da yakıldığı için “yakmak” fiili ekseninde bir ikilem oluşturuyorum: Kendini yakmak ya da sigara yakmak...
Alıntılanan paragrafta da okunup anlaşılacağı gibi kendini yakma eylemine karşıyım. Çünkü bu da bir şiddet eylemidir. Öznenin kendisine yönelik olması sonucu değiştirmez. Ve ben şiddete karşıyım. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir baba figürüne dönüşmesine itirazın şiddet yoluyla dile getirilmesini önermem mümkün değildir; yazım nesnel bir gözle okunup sözcükler doğru anlaşıldığında bu tavrım da kavranacaktır.
İsyan ve başkaldırı şiddetsiz olamayacağına göre benim bu yazıda devlet yönetimini isyan ve başkaldırı gibi antidemokratik yollardan devirmeyi meşru ve kabul edilebilir olarak değerlendirip yansıttığım ileri sürülemez.  
Sayın Savcı, “Erdoğan babamız olmak istiyor” başlıklı yazımın “terör örgütüne bilerek ve isteyerek yardım etmek” fiilini oluşturduğunu iddia edebilir ama ispat edemez. 15 Temmuz darbe girişimini tezgahlayanların bu yazımdan faydalandıklarına dair bir kanıt yoktur. Olsa da bu kanıtın geçersiz sayılması gerekecekti çünkü burada darbecilerin yazılarımdan benden habersiz faydalanmasından değil, benim darbeci örgüte bilerek ve isteyerek yardımcı olduğuma dair bir suçlamadan bahsediliyor. Neticede, bu yazıyı darbeci örgüte destek olmak maksadıyla yazdığım, saçma ve dolayısıyla kanıtlanması imkansız bir iddiadır.
İddia makamı iddiasını ispatlayamıyor ama yazımın yayımlandığı tarihe, darbe girişimiyle bir alakası olduğu intibaını vermek maksadıyla atıfta bulunuyor: “Sanık Ahmet Kadri Gürsel’in 15 Temmuz darbe girişiminden üç gün önce yayımlanan yazısında” deniyor mütalaada.
24 Temmuz 2017 tarihli celsede bu hususta yaptığım açıklamayı huzurunuzda tekrarlamaktan başka bir çare bırakılmıyor bana.
O gün iddianameyi kaleme alan Sayın Savcı’yı kastederek şöyle demiştim:
“İddia makamı, ‘Erdoğan Babamız Olmak İstiyor’ başlıklı yazımın kendi ifadeleriyle ‘darbeden 3 gün önce yani 12 Temmuz 2016’da’ yayımlandığını vurgulayarak beni adeta suçlamış oluyor. Bir tesadüften ötürü nasıl suçlanabilirim? Bu imkânsızdır.
Bu yazının 15 Temmuz darbe girişiminden 3 gün önceye rastlamasının sadece bir nedeni var ve o da zaten metnin içinde. Yazıyı kaleme almamı tetikleyen olay, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 9 Temmuz 2016’da NATO zirvesinin yapıldığı Varşova’da Bulgaristan Dışişleri Bakanı Daniel Mitov’un üzerindeki sigara paketini kendisine vermesini isteyerek almasıdır. Yani Cumhurbaşkanı Erdoğan darbeden 6 gün önce Varşova’daki zirvenin fuayesinde sigara içerken gördüğü Bulgar Bakan’dan üzerinde taşıdığı sigara paketini alarak, kendisine sigarayı bıraktığına dair söz vermesini istemeseydi, benim de bu yazıyı yazmam darbe girişiminden 3 gün öncesine rastlamayacaktı. Medya okur-yazarlığı bulunan herhangi bir kişi, suçlanan yazımı okuduğunda, yazının güncelliğinin Bulgar Bakan’ın sigara paketinin alınmasına dayandığını anlar.”
Evet, bunları söylemiştim ama üzülerek görüyorum ki Sayın Savcı’nın yazımın darbe girişiminden üç gün önce yayımlanmasının sadece bir tesadüf olduğuna ikna edememişim.
Şunu hususu ilave etmek istiyorum: Medya çevresi ve okurlarım beni dış politika yazarı olarak tanır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sigara tiryakilerinden üzerlerinde taşıdıkları sigara paketlerini isteyerek alması nihayet bir dış politika davranışı olarak tezahür edince uzun süredir izlediğim ve not aldığım bu konuda bir gazeteci olarak artık daha fazla beklemeyip yazmaya karar verdim.
Tüm bu ifadelerimin ışığında tekrar ediyorum: Sayın İddia Makamı’nın “Erdoğan babamız olmak istiyor” başlıklı yazım hakkında ileri sürdüğü tüm suçlamalar mesnetsiz, mantıksız, hukuksuz ve dolayısıyla asılsızdır.


Esas hakkındaki mütalaada ikinci olarak, “2013-2016 yılları arasında FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün yayın organları olan Cihan Haber Ajansı, Feza Gazetecilik A.Ş. (Zaman gazetesi), Samanyolu Habercilik Yayın Hizmetleri A.Ş. (Samanyolu TV) adına kayıtlı telefonlar ile çok sayıda ve bunun yanı sıra haklarında FETÖ/PDY Terör Örgütü üyeliğinden dolayı soruşturma ve yargılama bulunan veya bu terör örgütünün kriptolu haberleşme aracı olan ByLock programı kullanan kişiler ile telefon iletişimlerinde bulunmakla suçlanıyorum.

24 Temmuz 2017 ve 11 Eylül 2017 tarihli celselerde bu iddiaların asılsız olduklarını inkarı mümkün olmayan bir matematiksel kesinlikte kanıtlamış ve bunu yaparken de 10 Ocak 2013 ile 18 Ağustos 2016 arasındaki 44 aylık süreyi kapsayan HTS kayıtlarını kaynak olarak göstermiştim. Lafızda bazı göreceli farklılıklar içerse de aynı iddiaların özü itibarı ile tekrarlanmasından ibaret olan suçlama karşısında yine HTS kayıtlarına müracaat edeceğim.

İddia makamının, söz konusu HTS kayıtları ve bu kayıtlarla ilgili KOM raporuna beni suçlamak için bakarken yeterli dikkati vermediği anlaşılıyor. Gerekli dikkati sarf etseydi, benim Samanyolu TV’nin yayıncı şirketi olan Samanyolu Habercilik Yayın Hizmetleri’ne kayıtlı herhangi bir telefon numarasından arandığıma ya da benim bu şirkete kayıtlı bir numarayı aradığıma, aynı şekilde bu numaralardan SMS alıp bunlara cevap verdiğime dair herhangi bir kaydın ilgili raporda bulunmadığını görebilirdi.

Keza, Sayın İddia Makamı benim Cihan Haber Ajansı adına kayıtlı telefon ya da telefonlar ile de iletişimim bulunduğunu öne sürmektedir. KOM’un 25 Mart 2017 tarihli analiz raporunda, Cihan Haber Ajansı’na kayıtlı sadece bir telefon numarası ile irtibatlı görünüyorum. Bahse konu 533 558 32 61 numaralı hattın, ajansın Genel Müdürü Abdülhamit Bilici’nin kullanımında olduğu bilgisi de aynı raporda mevcuttur.
Hatırlanacağı üzere, 20’si haklarında FETÖ soruşturması bulunan, 92’si de ByLock kullanıcısı toplam 112 kişi ile irtibatlı olduğum şeklindeki asılsız suçlamaya karşı 24 Temmuz 2017 tarihli celsede yaptığım savunmayı müteakiben bana bu hususta Sayın Savcı ve Sayın Mahkeme Heyeti tarafından tek bir soru dahi sorulmayıp, mezkur suçlama bir de tutukluluğa devam gerekçesi olarak ara kararınızda yer alınca, bir sonraki 11 Eylül 2017 tarihli celsede, bu kez 42 adet HTS sayfasını birer birer büyük ekrana yansıtarak, bu 112 kişinin 104’üyle, ya da orantısal olarak ifade edersek yüzde 93’üyle ilgili kaydın neden irtibat ya da iletişim olarak değerlendirilemeyeceğini izah etmek zorunda kalmıştım. Savunmamda, bu kişilerle ilgili kayıtların neden oluştuğuna ya da oluşmuş olabileceğine dair kategorik nitelemeler ve açıklamalarda bulunmuştum. İşte bu sırada adını zikrettiğim kişilerden biri de eski Cihan Haber Ajansı Müdürü, firari durumundaki Abdülhamit Bilici idi.
Kendisini, 2000’lerin başında ben Milliyet’in Dış Haberler Müdürü iken Zaman gazetesinde aynı görevde bulunmuş olmasından dolayı tanıdığımdan huzurunuzda bahsettim. Yaptığımız işi ilgilendiren birçok toplantı ve etkinlikte karşılaştık. Münasebetim, profesyonelliğimin doğru tanım ve mesafesi ile sınırlı kalmıştır.
Abdülhamit Bilici, 10 Ocak 2013 ile 18 Ağustos 2016 tarihleri arasında geçen 44 aylık sürede kendileriyle iletişim kaydım bulunduğu öne sürülen 112 kişi arasında gerçekten irtibat kurmuş bulunduğum, bir başka ifadeyle karşılıklı iletişim kaydımın mevcut olduğu 8 kişiden biridir.
Bu 44 ay boyunca Bilici’nin beni 13 kez aradığı, benim de kendisini 6 kez aradığım görülüyor. Bu süre zarfında aramızdaki ilk iletişim kaydı onun beni 5 Mayıs 2013’te aramasıyla, son kayıt da yine kendisi tarafından 25 Kasım 2015’te aranmamla oluşmuş. Bu iki tarih aralığında bana 4 SMS göndermiş ben de kendisine 1 SMS ile mukabele etmişim. Bu kayıtların bir bölümü dini bayram tebriki kabilindendir, bir bölümü de benim Uluslararası Basın Enstitüsü’nün Türkiye Ulusal Komitesi Başkanı olmam nedeniyle basın özgürlüğünü ilgilendiren konular bağlamında oluşmuştur. 
19 telefon konuşması ve 5 SMS’in toplamı olan 21 sayısının bu 44 aylık inceleme süresi açısından ortalaması, ay başına yarım iletişim kaydıdır. Ve bu oranı ortaya çıkaran kayıt adedi Sayın Savcı tarafından “çok sayıda” olarak nitelendirilmektedir.
Keza esas hakkında mütalaada, Zaman gazetesinin yayıncı şirketi “Feza Gazetecilik A.Ş.” adına kayıtlı telefonlar ile de çok sayıda iletişimim bulunduğu öne sürülmektedir.
Bu da asılsız bir iddiadır.
“Çok sayıda iletişim” denilen, bu 44 aylık inceleme süresi boyunca Feza Gazetecilik’e kayıtlı beş ayrı telefon numarasından sadece 7 kez aranmış olmamdır. Benim Feza Gazetecilik’e kayıtlı herhangi bir numarayı aradığıma dair ise kayıt yoktur. Feza Gazetecilik’ten bana ilk telefon 22 Aralık 2014’te açılmış ve hat 241 saniye açık kalmıştır. Bu, Feza Gazetecilik üzerinde görülen numaralardan bana açılan telefonlara dair kayıtlardaki en uzun süredir. Telefon numaramın bu kaynaktan son kez 23 Ocak 2016’da arandığı ve bu sırada hattın 90 saniye kullanıldığı görülüyor. Bana açılan ilk ve sonuncu telefonlar arasında geçen 14 aylık süre dikkate alındığında, bu numaralardan bana ayda ortalama yarım telefon edildiği sonucuna ulaşıyoruz. Bu ayda yarım telefon kaydı ortalaması, olmayandan delil üretme arayışındaki iddia makamı tarafından beni terör örgütüne bilerek ve isteyerek yardım etmek için suçlamakta kullanılıyor. Akıl, mantık ve izana aykırı, gülünç bir iddiadır.
Ayrıca, arandığım bu beş telefon numarasından ikisiyle aramda toplam 9 adet SMS’ten oluşan bir iletişim vuku bulmuştur. Bu numaralardan birincisiyle 16-17 Haziran 2015 tarihlerinde beş, ikincisiyle de 26 Ağustos 2015’te dört adet SMS teatisinde bulunduğum kayıtlardadır. İkinci SMS teatisi, bana aynı gün açılan bir telefondan sonra gerçekleşmiştir. Bu iki numaradan bana toplam dört SMS atılmıştır, ben de beş SMS göndermiş görünüyorum.  
17-25 Aralık 2013 sonrasına rastlayan bu aramaların hepsini, başta basın özgürlüğü olmak üzere benden çeşitli konularda görüş almak amacıyla yapmışlardır. Kendilerine hiçbir zaman görüş vermedim. Feza Gazetecilik’ten bana gönderilen SMS’lere de tamamen mesleki saiklerle cevap vermiş bulunuyorum. Durumun başka bir açıklaması yoktur.

Sayın Başkan, Sayın üyeler,

Esas hakkındaki mütalaada esas olan, aleyhimizdeki, akıl, mantık ve hukuk dışı, delilsiz iddiaları somut olarak çürüttüğümüz savunmalarımızın dikkate alınmaması için gösterilen ölçüsüz gayretkeşliktir.
Esas hakkındaki mütalaanın 18’nci sayfasında, iddianamedeki asılsız ByLock suçlamalarını bir şekilde tekrarlamak için sergilenen tutum da bu bakımdan akla ve mantığa temelden aykırıdır.
İddia makamı şu görüşü ileri sürebilmektedir:

“Sanıkların görüştükleri FETÖ/PDY silahlı terör örgütü üyesi olan, örgüt faaliyetleri içerisinde etkin rol alan veya Türkiye'nin çeşitli yerlerinde oturan ve görev yapan çok çeşitli meslek gruplarından polis, öğretmen, müezzin, akademisyen, asker ve kamuda çalışan diğer meslek gruplarına mensup olan bu kişilerin, Atatürkçü ve Cumhuriyet ilkelerine sadık ve savunucusu olup, bu örgüt ile farklı düşünce yapısına sahip olduklarını beyan ve iddia eden sanıkları bir kere de olsa aramaları, mesaj atmaları veya görüşmelerinin, dosyada mevcut diğer deliller ile birlikte değerlendirilip dikkate alındığında, hayatın olağan akışına uygun olmadığı gibi tesadüfi de görülemeyeceği, Cumhuriyet ve Atatürk ilkeleri doğrultusunda faaliyet gösterdiklerini iddia eden sanıkların gerek iş gerekse özel hayatlarında dünya
görüşü ve izledikleri politika gereği eleştirdiklerini ve tasvip etmediklerini iddia ettikleri bu kişiler ile sıklıkla ve çok sayıda iletişim kurmalarını bu şekildeki savunmaları ile açıklayamadıkları kanaatine varılmıştır.”

Bu suçlamalara vereceğim cevaplar şunlardır:
Birincisi, iddia makamı ya benim meslekte kıdemi 32 yıla ulaşmış bir gazeteci olduğum gerçeğini göz ardı ediyor ya da gazeteciliğin tanımı hususunda yeterli bilgiye sahip değil. Gazeteciler, bu mütalaada söz konusu olduğu gibi, kendilerini arayan, mesaj atan kişilerin siyasi ve ideolojik tercihlerinden dolayı sorumlu tutulamazlar, suçlanamazlar. Gazetecileri herkes arayabilir, her kesimden aktörler kendi siyasi ve sosyal gündemleri bağlamında gazetecilerden kamuoyuna dönük fayda sağlamayı umabilir. Bu gerçeğin karşısında gazetecinin görevi, okurun doğru, dengeli ve nesnel haberi zamanında alma hakkını daima gözetmektir; dezenformasyon ve manipülasyon girişimleri karşısında daima müteyakkız olmaktır.
Gazeteciler mesleklerini bu görev ve sorumluluk bilinci dairesinde ifa etmişlerse, onları arayanların, mesaj yollayanların siyasi ve ideolojik çizgisi, ne gazetecinin vicdanında ne de hukuk nezdinde bir anlam taşıyabilir. Gazeteciyi, onunla temas kurmaya çalışanların niteliğine bakarak yargılayamazsınız. İşinin niteliğine bakmanız gerekir. Bu bakımdan iddia makamı benim “üye olmadığım halde herhangi bir terör örgütüne bilerek ve isteyerek yardımcı olduğuma” dair köşe yazılarım, haberlerim, attığım tweetler ve TV kanallarında yaptığım konuşmalar arasından küçücük bir kanıt dahi gösterememiştir. Bulamaz, çünkü yoktur. 
Bunu yapamayan iddia makamı esas hakkındaki mütalaasında beni bir kez daha benimle temas kurmaya çalışanlar arasından bazılarının niteliği üzerinden suçlamaya çalışmaktadır. Çünkü malum, 44 aylık süreyi kapsayan HTS kaydı dökümü 20 bin sayfayı buluyor. 11 Eylül 2017 celsesinde bu yığın arasından titizlikle eleyerek elde ettiğimiz 42 sayfada yer alan HTS kaydı dökümünü sayın Mahkeme Heyetinize suçlamaların asılsızlığını göstermek amacıyla sunmuş ve iletişim kayıtlarını teker teker açıkladığım malumunuzdur. Bugün bunu yeniden yapmayacağım. Lakin esas hakkındaki mütalaaya cevap olarak, iddia makamının ısrarla görmemekte direndiği bazı hususları hatırlatmam gerekiyor:
 
Şöyle ki, 7 Ocak 2013 ile 18 Ağustos 2016 tarihleri arasındaki iletişimimi kapsayan HTS kaydı dökümüne göre, 92 ByLock kullanıcısı şüpheliden 85’inin benimle kurduğu iddia edilen irtibat, bana bir kereye mahsus olmak üzere art arda gönderdikleri ikişer SMS’ten ibarettir. Hiç birine cevap vermediğim için benim bu kişilerle herhangi bir iletişim kaydımın bulunduğu iddia edilemez. Olsa olsa aksinden, yani sadece onların benimle irtibat kurma gayretlerinden bahsetmek mümkündür. Bu gayretleri de başarısız kalmıştır.
Bu ByLock kullanıcısı şüphelilerin benimle iletişim kayıtları vardır. Benim onlarla iletişim kaydım yoktur.


Bana sadece cevapsız bıraktığım SMS’ler atan bu 85 ByLock kullanıcısı şüpheliden 77’si söz konusu mesajlarını, 27 Temmuz 2014 ile 1 Ağustos 2014 tarihleri arasında göndermişlerdir. Bu 5 gün zarfına attıkları SMS sayısı 150’den fazladır.
Sayın İddia Makamı esas hakkındaki mütalaasının biraz önce alıntıladığım bölümünde, ByLock kullanıcılarıyla sıklıkla ve çok sayıda iletişim kurduğumuzu iddia ederken kastettiği, bana 5 gün içinde atılan 150’den fazla SMS ise –ki mantık bunu düşünmemizi emretmektedir, çünkü bu zaman dilimi içinde bana sıklıkla SMS atmışlardır- bu kaydın bir iletişim kaydı olmadığını kendisine bir kez daha hatırlatmam gerekiyor.
İletişim, görüşme, bunlar hep işteş fillerdir. Tek kişiyle olmaz. Gerçekleşmesi için iki kişi gerektirir.  Lakin bizim bahsimizde, Sayın iddia makamı tarafından “iletişim, görüşme” olarak yanlış biçimde tarif edilen eylemlerde SMS’ler tek taraflıdır. Karşılık bulmamışlardır. Sayın Savcı söz konusu HTS kayıtlarını yanlış tabir etmektedir.
Bu SMS’lerin kabarık rakama ulaşmalarının nedeni ise bana bunları gönderenlere hiç bir şekilde yardımcı olmamamdan ileri geliyor.
Gerçekte olan, SMS göndererek, kampanya formunda yapılmış bir taciz eylemidir.
Bana musallat olmalarının nedeni, burada yargılanmamın nedeniyle aynıdır. Bağımsız, eleştirel, sorgulayıcı ve dolayısıyla muhalif bir köşe yazarı ve televizyon yorumcusu olmak...

Muhalif görüşleriyle tanınan bir gazeteciyim. Burada bir parantez açarak bir hatırlatmada bulunmak istiyorum: 11 Eylül tarihli celsede verdiğim ifadede, beni iktidarın gözünde muhalif yapan faktörün, demokrasi, laiklik, hukukun üstünlüğü, insan hakları, kadın-erkek eşitliği gibi modernitenin klasik değerlerini savunmam olduğunu anlatmıştım.
Bu SMS bombardımanına tabi tutulduğum 2014’te ise ana akım bir gazetede haftada 3 kez köşe yazıyordum ve bir ana akım televizyon kanalındaki çok izlenen tartışma programının devamlı katılımcısı idim.
Aynı dönemde, eski adıyla Cemaat ise yargı ve polisteki yapılanmasının eliyle düzenlediği 17-25 Aralık operasyonlarının akabinde hükümetin kendisine devletten tasfiye etmeyi amaçlayan ilk yaygın operasyonlarla yüz yüze kalmıştı.
Sonradan FETÖ diye kodlanacak olan Cemaat, 17-25 Aralık’ın ardından iktidarla girdiği açık ve şiddetli siyasi çatışmada mağdur edildiği ve hak ihlaline uğradığı söylemini yaymaya çalışıyordu.
Tekrar ediyorum, benden bu hususta hiçbir yardım alamamışlardır.

Ezcümle, haklarında FETÖ/PDY soruşturması bulunan ve ByLock kullanıcısı toplam 112 kişiden sadece 8’iyle telefon irtibatım, bir başka deyişle iletişimim olmuştur. Bunların kimler olduğunu ve bu irtibatın ne zaman, neden kurulduğunu 11 Eylül 2017 tarihli celsede tüm detaylarıyla, HTS sayfalarındaki kayıtlar üzerinden anlattım, burada zamanınızı almamak için tekrarlamayacağım.
Bu iletişimlerimin hiçbir anında, suç işleme kastı ya da işbirliği mevzubahis olmamıştır. İletişimim tamamen yasal zeminde cereyan etmiştir.
FETÖ/PDY soruşturması geçiren ve ByLock kullanıcısı olan kişiler beni bir kez bile aramış olsalar dahi bunun iddia makamının arzuladığı gibi aleyhimde delil olarak kabul edilmesi imkansızdır, bu suçlama geçersizdir, akla ve mantığa aykırıdır. Geçerli olsaydı, FETÖ üyelerinin sadece SMS yollamak suretiyle, bir kişiyi kendileriyle irtibatlı hale getirmelerinin de mümkün olabileceğini varsaymak gerekecekti.
ByLock kullanıcılarının bir gazeteciyi, SMS bombardımanına tutarak kendileriyle irtibatlı, dolayısıyla “şüpheli” hale getirmeleri vicdana ve hukuka sığmaz. Bu, yargı tarafından kabul edilebilir bir durum olmamalıdır.
Kaldı ki, gazeteciler meraklı insanlardır ve herkesle görüşebilirler. Mesleğini ciddiye alan bir gazetecinin görevi, hele de köşe yazarlığı yapıyorsa, ülkesinin önemli meselelerine bakış açısını etraflandırmak, çeşitlendirmek ve ardından kendi mukayesesini yaparak okurlarına sağlıklı, bütüncül ve tutarlı perspektifler sunmaktır. Ve bu faaliyet hiçbir demokraside suç olarak görülemez, cezalandırılamaz. Tekrar ediyorum: Bunun adı gazeteciliktir, gazetecilik suç değildir.

İkinci olarak Sayın İddia Makamı bu bahiste haklarında FETÖ/PDY soruşturması bulunan ve ByLock kullanıcısı olan kişilerle gerek iş, gerek özel hayatımda sık ve çok sayıda iletişim kurmakla suçluyor. İddianın iş hayatım ile ilgili yönünün ne denli geçersiz ve boş olduğunu somut verilere dayanarak açıkladım. Sayın Savcı’nın özel hayatımla ilgili iddiasını hangi delillere istinat ettiğini bilmek ve anlamak mümkün değildir. Çünkü bu iddiayı destekleyen herhangi bir veri, belge, ifade ya da bulgu yoktur ve olamaz.

Üçüncü olarak Sayın Savcı, bugün burada da özetlediğim savunmalarımın, haklarında FETÖ/PDY soruşturması bulunan ve ByLock kullanıcısı olan kişilerle, kendi ifadesiyle “sıklıkla ve çok sayıda iletişim kurmamı” açıklayamadığım kanaatine vardığını beyan ediyor.
Burada dikkatinizi bir hususa çekmek istiyorum: Ben zaten neden sıklıkla ve çok sayıda iletişim kurduğumu açıklamak gibi bir gayret içine girmedim. Ben burada iletişim ya da irtibat tabirleri altında ifade edilenin, ne irtibat ne de iletişim sayılabileceğini söylüyorum. Tarafımdan yapılmış bir açıklama var ise bu 112 kişiden sadece 8’i ile o da mesleki çerçeve ile sınırlı kalmak koşuluyla irtibat kurmuş bulunduğumdur. Bu 8 kişi arasında yer alan Prof. Dr. İştar Gözaydın bir istisna olabilir. Kendisiyle tanışıklığımızın 90’lı yıllara dayandığını söylemiştim.
Sonuçta, ben bu kişilerle neden sık ve çok sayıda iletişimimin olduğunu açıklama gayretine hiç girmedim, ben sadece bu iletişim diye gösterilen şeyin yüzde 93’ünün gerçekte iletişim olmadığını açıkladım.
Ayrıca madem ki Sayın Savcı’nın nokta-i nazarında ben bir hususu açıklayamamış gibi görünmüşüm, o halde benim de şu saptamayı yapma hakkım doğuyor: Sayın Savcı bana haklarında FETÖ/PDY soruşturması bulunan ve ByLock kullanıcısı olan kişilerle irtibat suçlaması konularında tek bir soru bile yöneltmemiştir. Ben de kendime,  duruşma savcısının bana neden tek bir soru dahi sormadığını açıklayamıyorum.

Dördüncü olarak Sayın Savcı, “haklarında FETÖ/PDY soruşturması bulunan ve ByLock kullanıcısı olan bu kişilerin, Atatürkçü ve Cumhuriyet ilkelerine sadık ve savunucusu olup, bu örgüt ile farklı düşünce yapısına sahip olduklarını beyan ve iddia eden sanıkları bir kere de olsa aramaları, mesaj atmaları veya görüşmelerinin, dosyada mevcut diğer deliller ile birlikte değerlendirilip dikkate alındığında...” diyerek bir suçlama inşa ediyor. Ben de “Hangi deliller?” diye kendime soruyorum. “Erdoğan babamız olmak istiyor” başlıklı yazım mı diğer delil?
Ya da sadece yayımladığı haberler ve köşe yazarlarının kaleme aldığı yazılar delil olarak gösterilip kriminalize edilmek istenen Cumhuriyet’te, gözaltına alındığım 31 Ekim 2016’ya kadar sadece 34 gün süren yayın danışmanlığım mı?
Cumhuriyet’te 10 Mayıs 2016 tarihinden başlayarak gözaltına alındığım ekim sonuna kadar haftada iki gün köşe yazısı kaleme almak mı delil?
Bir ByLock kullanıcısından bana son telefonun 26 Ekim 2015’te açıldığını hatırlatırım. Bu son arama Cumhuriyet’te yazarlığa başladığım 10 Mayıs 2016 tarihinden 6,5 ay öncesine rastlıyor.
Keza bir ByLock kullanıcısından bana atılan son SMS de 9 Nisan 2015 tarihli. Cumhuriyet’te başlamamdan 13 ay öncesine rastlıyor. Bu verdiğim iki son tarihten gözaltına alındığım güne itibaren ByLock kullanıcıları tarafından ne aranmışım, ne bana SMS gönderilmiş, ne de ben onları aramış bulunmuşum ve mukabil SMS göndermişim. Cumhuriyet’teki yayın danışmanlığım ve yazarlığımı başlı başına delil olarak kabul edip bu asılsız suçlamalar ile aralarında irtibat kurmak için akıl ve mantığı aşırı zorlamak ve çökertmek gerekiyor.


Üçüncü olarak, esas hakkında mütalaasında Sayın Savcı Cumhuriyet gazetesini verdiği haberler, attığı başlıklar ve yayımladığı köşe yazılarından dolayı terörle ilişkilendirip kriminalize etmeye çalışmakta, buradan hareketle, benim Cumhuriyet’te Mayıs 2016 tarihinden itibaren yazarlık ve 27 Eylül 2016 tarihinden gözaltına alınıp tutuklandığım 31 Ekim 2016 tarihine kadar da yayın danışmanlığı yapmış olmam münasebetiyle, gazete yönetimine isnat ettiği yayın politikasını değiştirme sözde suçundan ilerleyerek, terör örgütlerini destekleme suçunu işlediğimi iddia etmektedir.

12 Temmuz 2016 tarihli “Erdoğan babamız olmak istiyor” başlıklı yazımın ve FETÖ soruşturması geçiren ya da ByLock kullanıcısı çok sayıda kişiyle aramda olduğu iddia edilen ve fakat gerçekte mevcut bulunmayan irtibatın, neden “terör örgütüne bilerek ve isteyerek yardım etmek” suçunun delili sayılamayacağını savunmamın buraya kadarki bölümünde açıklamış bulunuyorum.
Sayın Savcı, Cumhuriyet gazetesindeki temel gazetecilik faaliyetimi asılsız iddiasına dayanak olarak kullanmak isterken bir gerçeği itiraf etmiştir. Şöyle demiştir

Sayın Savcı:

“Sanık Ahmet Kadri Gürsel’in Mayıs 2016 tarihinden itibaren Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve Eylül 2016 tarihinden itibaren yayın danışmanı olduğu, genel yayın yönetmeni ile ilintili olarak çalışıp, gazetede yayımlanacak haberler ile ilgili sunumların yapıldığı toplantı ile birinci sayfanın belirlendiği toplantı olmak üzere her gün yapılan 4 yazıişleri toplantısının ikisine katıldığı...”

Esasa girmeden önce hatırlatmak istiyorum: Benim yayın danışmanlığım ile gazetenin iddia edilen yayın politikası değişikliği arasında herhangi bir ilişki kurmanın akla ve mantığa aykırı olduğunu 24 Temmuz 2017 tarihli celsede de belirtmiştim. Bu, iki nedenden dolayı böyleydi:

Birinci neden, yayın danışmanlığının, gazetenin yayın politikası üzerinde karar ve icra yetkisi veren bir görev olmadığıydı. Çünkü yayın danışmanı, adından da anlaşılacağı gibi gerektiğinde fikri alınan ya da fikrini söyleyen kişidir. Önerilerini dikkate alıp almama hususunda kararı veren merci ise gazetenin yönetimidir.

İkinci neden de, benim gibi görevini 31 Ekim 2016’ya kadar sadece 34 gün sürdürebilmiş, karar ve icra yetkisi olmayan bir yayın danışmanının, Cumhuriyet’te son 3 yıllık dönemde meydana geldiği öne sürülen radikal yayın politikası değişikliğini, Cumhuriyet’te çalışmadığı halde nasıl ve ne zaman gerçekleştirmiş olabileceğiyle ilgiliydi.
Bu sözde “Yayın politikası değiştirme suçu”na katılmış olmam akla ziyan bir iddiaydı.

24 Temmuz 2017 tarihli celsede yaptığım savunmada kısaca bunları söylemiştim.
Sonraki yargılama sürecinde savunmamı tekzip eden ya da zayıflatan herhangi bir delil ya da tanık ifadesi dava dosyasına girmemiştir.
İddia makamının, sanıkların aleyhinde tanık olarak ifade vermeye çağırılan Cumhuriyet’in Haber Müdürü Aykut Küçükkaya’ya benim yayın danışmanlığım hakkında tek bir soru dahi sormamış olmasını bir suçsuzluk karinesi olarak değerlendiriyorum.
Sayın Savcı, yayın danışmanlığımın ne olup ne olmadığı hususlarında mahkeme huzurunda söylediklerim hakkında Aykut Küççükkaya’ya soru sormalıydı. Çünkü Aykut Küçükkaya haberlerden sorumlu yönetici olarak bütün yazıişleri toplantılarına katılıyordu.
Ama bakınız, sayın iddia makamı sanki bir suçmuş gibi benim “genel yayın yönetmeni ile ilintili olarak çalışıp, gazetede yayımlanacak haberler ile ilgili sunumların yapıldığı toplantı ile birinci sayfanın belirlendiği toplantı olmak üzere her gün yapılan 4 yazıişleri toplantısının ikisine katıldığımı” söylüyor.
Söylerken de aslında hakkımdaki suçlamanın boşluğunu itiraf ediyor, “haberler ile ilgili sunumların yapıldığı toplantılara” katılıyormuşum, başka bir şeye değil.
Cumhuriyet gazetesi illegal bir örgüt olmadığına göre ve ben de dolayısıyla bu örgütün üyesi olmakla suçlanamayacağıma göre neyle suçlanıyorum?
“Haberlerle ilgili sunumların yapıldığı toplantılara katılmak”la...
Burada haberciliğin ve genel olarak gazeteciliğin bir suçmuş gibi gösterilmek istendiği çok açık. Sayın iddia makamının bu ifadeleri bu bakımdan bir itiraf niteliğinde.
Bir de, 24 Temmuz 2017 tarihli celsede Sayın heyetin Aydın Engin ile ilgili sorusuna verdiğim cevabın, Cumhuriyet’in yazıişleri toplantılarına katılmayı kriminalize etmek amacıyla kötü niyetle kullanıldığını görüyorum.
Soru tutanaklara söyle geçmiş: “Aydın Engin ile olan bir muhabbetiniz var mıdır veya gazetedeki irtibatınız nedir?”
Ben de şu cevabı vermişim: “Aydın Engin çok sağ olsun değerli bir gazeteci büyüğümüzdür kendisi. Kendisi zaman zaman Murat Sabuncu'nun yokluğunda abimiz olarak toplantılara da bazen gelirdi. Abimiz olarak onu dinlerdik. Hepsi budur. Kendisini Cumhuriyet gazetesinde çalıştığım dönemden tanırım. Aramızda çok eskiye giden bir hukuk vardır. Aydın Engin ile bunun dışında Cumhuriyet gazetesinin yönetilmesi hususunda herhangi bir münasebetimiz olmamıştır.”
İddia makamının esas hakkındaki mütalaasının iki yerinde Aydın Engin’in zaman zaman yazı işleri toplantılarına katılmasını aleyhinde delil olarak kullanmak isterken benim bu beyanıma atıfta bulunması kabul edilemez.
Bu ifadelerden, Aydın Engin gibi meslekte çok kıdemli bir gazetecinin ara sıra yazı işleri toplantılarına iştirak etmesi sanki bir suçmuş da ben de bu suçu ikrar etmişim gibi bir sonuç çıkarmanın tek açıklaması, iddia makamının bizleri suçlama telaşına düşmesi olabilir.
Kayda geçmesi açısından belirteyim, kıdemli, görmüş geçirmiş gazetecilerin ara sıra yazı işleri toplantılarına katılmaları bir Bab-ı Ali geleneğidir. Uzun yıllar çalıştığım Milliyet gazetesinde de gazetenin kıdemli yazarları ara sıra yazı işleri toplantılarına katılır ve bizleri aydınlatırlardı.
İddia makamının ateş olmayan yerden duman çıkarma gayreti, benim Cumhuriyet gazetesinin yazar kadrosuna dahil olmamı anlamlandırıp bundan bir suç delili üretme çabasıyla da sürmüş.
Beni ısrarla ve tekrarla gerçekte olmayan süreçlere ve ekiplere dahil edip, bundan sahte bir delil üretip sonra da “terör örgütüne bilerek ve isteyerek yardım etmekle” suçlama çabası bakın esas hakkındaki mütalaaya nasıl yansıyor:
 
“...Yazar ve muhabir olarak sanıklar Aydın Engin, Ahmet Şık ve Ahmet Kadri Gürsel ile önce yayın koordinatörü, haber koordinatörü ve son olarak da Can Dündar’ın yurt dışına kaçması üzerine genel yayın yönetmeni olan sanık Mehmet Murat Sabuncu ile ekibin tamamlandığı, sanık Aydın Engin’in gazetede yazı yazması dışında fiili olarak yöneten kişlerden olduğu, yine sanık Ahmet Kadri Gürsel’in de yazıişleri toplantılarına katıldığı, bu şekilde başlayan ve devam eden süreç içerisinde yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı üzere, sanıkların birlikte hareket etmek suretiyle TC Devletinin egemenlik ve toprak bütünlüğü ile Milletin huzur ve güvenliğini tehdit eden PKK/KCK, DHKP-C ve FETÖ/PDY silahlı terör örgütlerinin amaç ve hedeflerine hizmet edecek şekilde, yine TC Devleti ve Hükümetini gerek yurt içinde gerekse uluslararası platformda zor durumda bırakıp, itibarsızlaştırarak IŞİD gibi terör örgütlerine yardım ettiği, desteklediği algısı yaratmak suretiyle uluslararası yargı organları nezdinde hukuki ve cezai sorumluluk altına sokmak amaç ve kastı ile bir bütün halinde yukarıda belirtilen haber, yazı, açıklama, paylaşım gibi yayınlar yapmak, özetle bir bütün halinde yayıncılık faaliyetinde bulunmak suretiyle bu terör örgütlerine destek olup yardım ettikleri, bu suretle Terör Örgütü Üyesi Olmamak ile Birlikte Terör Örgütüne Yardım Etme suçunu işledikleri anlaşıldığından...”

İddia makamı ben dahil burada birlikte yargılandığımız arkadaşlarımızı içine attığı ve üzerinde “ekip” yazan bir torba icat ediyor, “ekip olarak birlikte hareket ettiğimizi” öne sürerek, bu gazeteye isnat edilen bütün suçlardan bu sözde ekibi toptan sorumlu tutabileceğini zannediyor.

Sayın Başkan, Sayın üyeler,

İddia makamının bahsettiği türden ne bir ekip vardır ne de birlikte hareket etme durumu söz konusudur. Burada adı geçen ben ve diğer sanıkların Cumhuriyet’e katılma zaman ve koşulları birbirinden çok farklıdır. Sayın Savcı iddialarını kanıtlayamamakta, bunun yerine sadece tekrarlamaktadır.

Benzer bir şekilde, adım bir sözde süreçle birlikte anılarak, temelsiz, delilsiz, içi boş izlenimler oluşturulmak istenmektedir:

“Cumhuriyet Vakfı ve Gazetenin yönetiminde yapılan değişiklik ve şekillendirme süreci ve sonrasında gazeteye önce yazar olarak gelip daha sonra genel yayın yönetmeni olarak görevlendirilen Can Dündar ile birlikte sanıklar Aydın Engin, Ahmet Kadri Gürsel, Mehmet Murat Sabuncu, Ahmet Şık ve İlhan Tanır gibi yazar, yönetici ve muhabirlerin görevlendirilmesi ile devam eden süreç ile eş zamanlı olarak...”

Şu da bir başka örnek:

“Cumhuriyet Gazetesinin yayın faaliyetlerinde etkin ve önemli rol oynayan Cumhuriyet Vakfı yönetim kurulunun amaçlanan hedefe ulaşmak açısından usulsüz bir şekilde şekillendirilmesi ve sonrasında gazete dışından olan sanıklar Can Dündar, Mehmet Murat Sabuncu, Aydın Engin, Ahmet Şık, Ahmet Kadri Gürsel ve İlhan Tanır’ın gazetede yazar, yönetici ve muhabir olarak göreve gelmesi ile devam eden süreç içerisinde...”

Sayın Başkan, Sayın üyeler, bir süreç yoktur, tekil olaylar vardır. Benim Cumhuriyet’te yazmaya başlamamam da tekil bir olaydır. Cumhuriyet’e katılmam bir sürecin parçası olsaydı, bu süreç benim için Milliyet gazetesinin patronu tarafından 2015’in temmuzunda işten çıkarıldıktan hemen sonra başlardı, aradan neredeyse 10 ay geçtikten sonra değil.

İddia makamının aleyhimdeki tüm suçlamaları mesnetsiz, temelsiz, delilsizdir, akla ve mantığa aykırıdır.

11 ay haksız olarak hapiste tutuldum ve bu süreçte adil yargılanma hakkım ihlal edildi.

Sayın Mahkemenizden vicdanın, adaletin ve hukukun sesini dinleyerek beraatıma karar vermesini talep ediyorum.

Kadri Gürsel