•     27 July 2024

“Gezi kuşağı” Türkiye’yi neden terk ediyor? Kadri Gürsel ile “beyin göçü” üzerine söyleşi

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu

Edgar Şar: Medyascope.tv özel yayınından herkese iyi günler. Bugün ‘’beyin göçü’nü tartışacağız. ‘’Nitelikli gençler Türkiye’yi neden terk ediyor?’’ bunu konuşacağız. Konuğumuz gazeteci Kadri Gürsel. Hoş geldiniz.
Kadri Gürsel: Hoş bulduk.

21 Eylül Cuma günü Al-Manitor’da yayınlanan yazınız çok okundu ve bu konuyu ele alıyorsunuz. Ben de bu yazıyı okuyunca aklıma geçen sene Cumhuriyet gazetesinde yazdığınız bir yazı geldi. Arattım ve hemen de buldum yazınızı. O yazının başlığı -herhalde herkesin aklında biraz kalmıştır- ‘’Durun gitmeyin, daha yaşanacak çok şey var.’’ O yazıda da aşağı yukarı aynı konuları ele alıyorsunuz ama orda belki bir taraftınız. Bu seferki yazınızda sanki daha nötr olarak bakmışsınız. Bir fikir değişikliği oldu mu?
O zaman yazdığım yazıda bir çağrı yapmıştım. Şimdiki yazım ise bir durum saptamasından kaynaklanıyor. Ve bu durumun nedenlerini irdeleyen bir yazı aslında. O zamanki yazımda, Silivri’den çıktıktan sonra -üçüncü yazımdı yanılmıyorsam- gördüğüm bir durum üzerine gerçekten endişeye kapılmıştım. Türkiye 1 yıl içinde çok değişmişti. Bu değişimin nedeni ise, ben ve arkadaşlarım Silivri’deyken, muhtemelen 16 Nisan Referandumu’nun olmasıydı. Bir bu vardı, bir de OHAL etkisi. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası OHAL ortamı vardı. Yaygın tutuklamalar, işten çıkarmalar, pasaportlara el konulması -tabii pasaportlara el konulunca yurtdışına çıkamıyorsunuz, o ayrı mesele-akademiden tasfiyeler, güvensizlik, gelecek kaygısı, Türkiye’nin yaşanmaz bir yer haline geleceğine dair bir güvensizlik vardı o zaman gördüğüm. ‘’Durun, gitmeyin!’’ dedim çünkü şöyle bir düşünceyle hareket ettim o zamanlar. Yazdığım yazıda dedim ki: ‘’Sizin bugün Türkiye’den gitmenize yol açan nedenler, kimler tarafından oluşturulmuştur, bunun üzerine düşünelim. Birincisi, henüz daha yolunun başında, zinde, paradigması sağlam, gücü, imkânı, kadrosu ve her açıdan potansiyeli yerinde olan bir siyasi güç müdür? Yoksa bütün bu sıkıntıların nedeni, inişe geçmiş, ciddi bir meşruiyet problemi olan, ülkenin sorunlarını çözemeyen, yorgun aynı zamanda da dinamizmini yitirmiş bir güç müdür? Bu tasnifi iyi yapmak lazım.’’ Yaşanacak yer olmaktan çıkan bir ülke nasıl bir ülkedir diye İran’dan örnek vermiş ve akademiden bahsetmiştim. Yıllar önce Ahmedinejad’la ilgili okuduğum bir kitaptan alıntı yapmıştım: İran’da İslam devriminden hemen sonra bütün üniversiteler 2 yıl kapatılır. Sadece liberal, solcu, laik hocalar değil, liberal, solcu, laik bütün öğrencilerin, komiteler kurulmak suretiyle araştırılıp tek tek evlerine gidilerek okulla ilişikleri kesilir. Yani, bugün bizim üniversitede gördüğümüz sözde ‘’temizlik’’ ya da bilimin, bilim adamlarının, nitelikli akademisyenlerin üniversitelerden tasfiyesi, liyakatin sona erdirilmesi, akademik özgürlüğün ortadan kaldırılması, sadece öğretim kadrosuyla sınırlı kalmıyor İran’da. İran’da, kendileri gibi olmayanların yüksek öğrenime erişim hakkını ortadan kaldırıyorlar. Bu, ciddi manada ayrımcılık ve insan hakları ihlali. Tabii ki İran o zaman yaşanmaz bir ülke oluyor.
Ben o yazıda ‘’bu noktada mıyız, bir mukayese yapın’’ diye İran örneğini verdim. Ama aradan yaklaşık 1 yıl geçti ve 24 Haziran seçimi yaşandı. 24 Haziran öncesinde, Türkiye’de, bence eşi tarihte görülmemiş toplumsal bir hareketlilik yaşandı. Muhafazakâr kitleler doldursun diye deniz doldurularak yapılmış olan şehrin çeperlerindeki bir miting alanı -Maltepe’yi kastediyorum, İstanbul’da 2 tane var- muhafazakâr olan olmayan diye de ayırmayayım, iktidara itirazı olan, muhalefet eden, muhalefette umut gören, çözüm arayan kitleler tarafından dolduruldu. Ve Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük mitingi, 3 gün üst üste Ankara, İzmir ve İstanbul’da yapıldı. Büyük bir toplumsal hareketlilik, dinamizm ile iktidara geldiği iddia edilen, varsayılan -ki bu iddianın da gerçeklik payı vardır- İslamcı hareketin dahi toplayamadığı kalabalıklar toplandı bu mitinglerde. İslamcı hareket, iktidara geldikten sonra bu kalabalıkları önemli ölçüde devlet imkânları ile topluyor, bunu da tespit etmek gerekiyor.
Sonra ne oldu? 24 Haziran akşamı muhalefet, bu büyük, öncesi olmayan, eşi görülmemiş mobilizasyonu,-sonuç ne olursa olsun- 24 Haziran sonrasına aktaracak söylemi ve eylemi geliştiremedi. Orada muazzam bir -tabiri caizse, bu tabiri de kullanmaktan hiç çekinmiyorum- çuvallama hali söz konusuydu. Ve bu büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Özellikle 24 Haziran sonrası veyahut 2018’de Türkiye’den giden gençlerin sayısında görülen artışta bunun da büyük etkisi vardır; muhalefetten de umudu kalmamış olmak. İktidardan tehdit algılar olmak ama muhalefetten de umutsuz olmak. Bu ülkenin geleceğine dair tam bir umutsuzluk.
Bu insanlarla konuştum. Bu insanları yakından gözleyen ve bu manada da bilimsel olarak kodlayan insanlarla da konuştum. Gerek konuştuğum o insanlardan, gerek araştırmacılardan ilginç bir eğilim, bir dürtü tespit ettik: ‘’Çocuk yapılır mı, yapılmaz mı? Bu ülkede çocuk yetiştirilir mi, yetiştirilmez mi? Bu ülkede çocuk yetiştirilecek ortam kalmış mıdır?’’ Çok sayıda genç evli çiftin ya da günün birinde bu ülkede anne-baba olacağı varsayımına sahip olan gençlerin, bu ülkede mutlu, başarılı, iyi eğitim alabilmiş çocuklar yetiştiremeyeceklerini gördükleri için, ne pahasına olursa olsun, bu ülkeyi bir an önce terk etme eylemi içine girdikleri tespiti yapılıyor. Ve bu yönde davranan insanlardan da bizzat bunu duydum, işittim ve yazdım. Yazdığım yazıda- bazıları haber diyor. Bu bir haber-yorum.- içinde bu da var ve bu çok yaygın bir eğilim.
Bunun nedenlerini anlamak çok kolay. Türkiye’de maarif mektepleri çökmüştür, bitmiştir. Bence, eğitimde 2 çökertici eğilim yaşanıyor; son derece kalitesiz bir imam hatipleştirme. Üstelik muhafazakâr kesimi de mutlu mesut edecek kaliteli bir imam hatip eğitimi de verilmiyor. Bir dayatma halinde, hiç rıza alınmadan, hiç sorulmadan, bir bakıyorsunuz, semt okulları İmam Hatibe dönüştürülmüş. Birinci neden bu. Yani eğitimin dinselleştirilmesi. İmam Hatip lisesi olmayan okulların da tedrisatının dinselleştirilerek bu amaca hizmet edilmesi söz konusu. Artı, çocuğunuzu maarif mektebine gönderip, bugün yapılacak üniversite sınavlarını veyahut herhangi bir üniversiteyi kazanacak yeterlilikte yetenek ve bilgiyle donatamayacağınız söz konusu. O zaman özel okula göndermek gibi bir alternatifiniz beliriyor. Özel okul da dünyanın parası. İnsanlar şöyle bir ikilemle karşı karşıyalar: Son derece kalitesiz bir dinselleştirilmiş eğitimle, son derece pahalı ve kaliteli olup olmadığı ayrıca tartışılması gereken bir özel eğitim.
Ben ilkokulu 1960’ların sonu ve 70’lerin başında beğenilmeyen cumhuriyetin maarif Mektebi’nde okudum. Bu maarif Mektebi’nde, semtin kapıcı çocuklarıyla beraber -o zaman kapıcı denirdi, şimdi apartman görevlisi deniyor- o dönemin İstanbul’unun kalburüstü ailelerinin çocukları bir aradaydı. Eminim o çocuklar hayatlarında -isimlerini de vereceğim- halk çocuklarıyla bir arada hiç bu kadar yakın olmamışlardır ondan sonraki hayatlarında. Rahmetli Mustafa Koç, Ömer Koç, Yalman’ların çocukları -yanlış hatırlamıyorsam Alp Yalman’ın- Karacan Ailesi’nin çocukları-o zaman Milliyet gazetesinin sahibiydi Karacan- İstanbul’un dini azınlıklarına mensup pek çok zengin ailenin çocukları ve maarif Mektebi’nde okuyorlardı. Nereden nereye geldik. Cumhuriyet’i bu kadar acımasızca eleştiriyoruz ama cumhuriyetin -eğitimde de eleştireceğimiz pek çok yanı vardır- böyle de bir başarısı vardı.
Bu ülkede sadece eğitimde değil, diyelim ki, aile özel okullara çuval dolusu para akıtarak çocuğuna iyi bir eğitim sağladı. Peki, bu rejim, bu iktidar böyle kaldığı sürece, o çocuk ne kadar iyi bir öğrenci, ne kadar başarılı, donanımlı, kendisini kültürle, teknolojiyle, dünyanın her yerinde geçerli bir bilgiyle donatmış olursa olsun, bu ülkede liyakat ortadan kaldırıldığı, yok edildiği için, liyakatin yerini körü körüne sadakat aldığı için ve bu ülkede birçok kesim, iktidar tarafından sistemli bir şekilde dışlandığı için, bu çocuğun, bu ülkede, hele ki kamu sektöründe yükselme şansı sıfırdır. Ne olursa olsun, ne kadar çalışırsa çalışsın, bir yerlere gelme ihtimali sıfırdır. İş açsa, iş kursa kendisine, devletle iş yapamaz. Mümkün değil. Çünkü malumunuz, Türkiye’de kamu alımı ve ihale düzeni şeffaf değildir, eşitçi değildir. Kayırmacılık hâkim olmuştur. Ve benim o gidenlerden -özellikle akademiden gidenlerden- en çok dinlediğim, akademik özgürlüğün olmaması. İnsanlar ‘’ben yazıp çizdiğim şeylerden hapse girmek istemiyorum. Kariyerimin sonlanmasını istemiyorum. Dışlanmak istemiyorum’’ diyorlar. Çok haklılar. Artı, bütün bunlara bağlı olarak, Türkiye’de hukuk ve adaletin kalmamış olması da bir engel.
Bir şey daha söyleyebilirim belki. Ben bir köşe yazarıyım. Neticede analizler yazıyorum, perspektif yazıları yazıyorum. Benim görevim değil ki muhabirlik yapmak. Gerekirse yaparım, muhabirlikten geliyorum.

Geçmişiniz var.
Muhabirlik geçmişim olmaz olur mu? Ben muhabirlikten yetiştim. Köşe yazarlığın başlayana kadar muhbirlik ve editörlük yaptım. Türk medyasında ve Agence France-Press’de (Fransız Haber Ajansı-AFP) 20 yıllık muhabir ve editörlük geçmişim var. Muhabirlik de yaparım. Ben Al-Monitor’deki yazım için muhabirlik yaptım. Zaten bu da bir şeyi açıklıyor aslında: Türkiye’nin en büyük sorunlarından biridir ‘’beyin göçü.’’ Türkiye’nin kan kaybetmesine neden olan, enerjisini, kaynaklarını yitirmesine neden olan çok büyük başka sorunlarımız da var aslında. Ama ‘’beyin göçü’’ de çok acil bir güncel sorunumuzdur. Onun niye böyle olduğuna da geleceğim. Eğer Türkiye’de medya olsaydı, Türkiye’de gazetecilik kalmış olsaydı ‘’binlerce nitelikli genç insan ülkeyi terk ediyor, şunlarla bir konuşalım. Dertleri neymiş bize bir söylesinler’’ diye birilerinin aklına gelirdi. Bu kadar çok gazete var. Bu kadar çok televizyon var. Gerçi ben televizyon seyretmiyorum ve gazete almıyorum ama en azından twitterdan izliyorum. İyi bir röportaj olsa -2017- 2018’ de ülkeyi terk etmiş gençlerle yapılmış röportajlar olsa- okunurdu. Bunları bilirdik. Yapılmadı. Ama zaten bu yüzden gidiyorlar. Türkiye’de ne akademik özgürlük kaldı, ne basın özgürlüğü kaldı. Bunlar kalmadığı için de zaten Türkiye’de liyakat kalmadı, eşitlik kalmadı, bir kesim dışlandığından, bu ülkede kendilerine bir gelecek inşa edebileceğine inanmıyor gençler ve gidiyorlar.
Bu göçün 3 türü var. Bir; gidenler. İki; önceki yıllarda okumak için gitmiş olup, dönme planlarını iptal edenler, dönmemeye karar verenler. Üç; harıl harıl gitmeye hazırlananlar. Beyin göçünün görünmeyen bir yüzü de, gidip dönmeme kararı alanlardır, bu da var. Beyin göçü neden kritik ve Türkiye’yi tehdit eden bir sorun? Çok basit. Türkiye’deki iktidarların hatalarını, kötü yönetimlerini kapatacak, örtecek, tazmin edecek bir doğal kaynak rantı yoktur. Türkiye’nin tek sermayesi vardır: Gelişmek, rekabetçi olmak, kalkınmak, insani gelişmişliğini sağlamak, huzurlu, istikrarlı bir ülke olabilmek için kendi insan sermayesi. Türkiye insan sermayesini hızla kaybetmektedir. Nitelikli gençlerini yitiren, nitelikli gençlerini tutamayan, ülkede kalmaları için onlara özendirici koşulları sunamayan bir ülke, geleceğini karartmış bir ülkedir. Bugününü de o andan itibaren çölleştirmeye başlamıştır zaten. Ama ülkenin geleceği kararmıştır. Şu açıdan kararmıştır, mukayese ediyorum: Bu trende neden olan bütün bu olumsuz koşulları yaratan iktidar, kendi kayırdığı kesimlerden -çok iddialı konuşacağım- herhangi bir alanda, uluslararası çapta, ölçülebilir manada değer taşıyan tek bir uzman yetiştirebilmiş midir acaba? Bugün, eserleriyle, yazılarıyla, fikirleriyle ortaya koyduklarıyla övünebildikleri bir siyaset düşünürü, bir toplumbilimci, bir siyaset bilimci çıkartabilmişler midir? Paraya boğdukları, bütçe kaynaklarından, örtülü ödenekten geçinen resmi think-tank’larından düşünce namına bir şey çıkabilmekte midir? Propaganda ve ‘’spin doctors’’ olmak haricinde ne yapabilmektedirler? Mesela, ortaya nitelikli bir sinema filmi koyabilmişler midir?
Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘’yapamadık’’ diye arada bunu söylüyor.
Hep söylüyorlar bunu. ‘’Ticarette, siyasette, ekonomide başarılı olduk, yapabileceğimizi yaptık.’’ Onu da nasıl yaptıklarını biliyoruz. Rekabet koşullarını ortadan kaldırarak yaptılar.

Orada da tartışılacak şeyler var.
Tabii var, olmaz olur mu? Bunu nasıl yaptıklarını biliyoruz. Bütçenin nasıl harcandığını, denetimini ortadan kaldırarak yaptılar. Bunun eşitlikçi, adil koşullarda yapılmadığını biliyoruz. Muazzam bir servet aktarımı yapıldı ve bunun ülkeye ne pahasına ve neye mal olduğunu da biliyoruz, bu ayrı mesele. Benim burada sorguladığım şu: Akademiyi çöle çevirdiler.

Evet. Kültürel ve eğitim alanında.
Evet. Eğitim alanında muazzam bir başarısızlık var. Eğitimi çökerttiler. Kendileri de farkında bunun. Mesela, medyada bir tane gazeteci yetiştirebildiler mi? Bu koşullarda yetiştiremezler çünkü basın özgürlüğünü ortadan kaldırdılar. Medyada rekabetin olmadığı yerde, soruların önceden, whatsapp gruplarında sansür filtresinden geçirilerek alındığı, basın toplantısında kimin hangi soruyu soracağının önceden belirlendiği, başlıkların tek merkezden belirlendiği bir medya ortamında gazeteci yetişmez, mümkün değil.
Dolayısıyla, bir tarafta, yaşadığımız son derece üzücü bir nitelikli insan göçü var. Liyakat ortadan kaldırılmış. Diğer tarafta da, ülke vasatların egemenliğine terk edilmiş durumda. Bu ülkenin, nitelikli insan gücünü iyi kullanmak, yerinde kullanmak dışında herhangi bir seçeneği yok. Bu da, ancak ve ancak demokrasi ve hukuk devletiyle olur. Eşitlikle olur. Ben kendimi bildim bileli ‘’fırsat eşitliği’’ diye söylenir. Bugün Türkiye’de artık fırsat eşitliği diye bir şey kalmadı. Çünkü insanların, önlerine eşit fırsatlar sunulacağına, çabalarının ve emeklerinin karşılığını alabileceklerine dair bir inançları kalmadı. Geri çağırmak, davetler yapmak ve aynı gün ‘’yurtdışına gönderdiğimiz gençlerimizin dimağları zehirleniyor’’ demek…

Aynı konuşmada iki cümle öncesi.
Evet. Bu ne tür bir kafa karışıklığıdır?

İran örneğini verdiğiniz geçen seneki yazınızda, aslında rejimin ‘’sorunlu’’gördüğü bu kadar yüksek sayıda gencin bu yolla ülkeden ayrılması, rejimi memnun etmişti. Belki de ‘’kurtulduk’’ demişti rejim.
İran rejimi mi?

İran için verdiğiniz örnekten bahsediyorum. Bugün devlet nasıl bakıyor bu konuya? Mesela, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank bunu -siz itiraf olarak nitelendirdiniz- söyledi: ‘’Biz, yıllardır yetişmiş insan kaynağımızı beyin göçüyle maalesef kaybediyoruz.’’ Cumhurbaşkanı da geri dönmeleri çağrısında bulundu. Devlet nasıl bakıyor buna? Kurtulmak mı istiyor, yoksa…
Birincisi şu: ‘’Devlet’’ diye bir öznenin kaldığı kanaatinde değilim. Türkiye’de devlet diye bir yok. Türkiye’de devlet mekanizmasını araçsallaştırmış ve devletin bağımsız kurumlarını yok etmiş, onun üzerine adeta oturmuş ve onu sopası gibi kullanan bir siyasi iktidar var. ‘’Devlet’’ denmeyi hak etmiyor. Neticede devlet bir kurumdur. Sadece araç değildir. Bir araç olarak belki devlet var ama bir kurum olarak yok. Kurum dediğimiz zaman, kendi hafızası vardır. Kendi işlerliği, kültürü vardır. Çalışma esasları vardır. Hatta yasayla kurulmuş, özel yasası olan kimi devlet kurumları vardır. Şimdi aslında bunların hiç biri kalmadı. Fiilde kalmadı. O bakımdan devlet yok. Kendi içlerinde ise bir tartışma olabilir. Herhalde şöyle bir kanaatte olanlar vardır: ‘’Bunlar gitsin, seküler toplum üyelerinden kurtulalım’’ gibi bakıyor olabilirler. ‘’Bunlar gitsin, ülke bize kalsın.’’ Ama hayır. Bu bakış açısı, kendi kendini tahrip eden intihari bir bakış açısıdır. ‘’Bunlar gitsin, ülke bize kalsın’’ diye düşünenler varsa, bilsinler ki bu ülke onlara kalmaz. Ülke başlarına yıkılır. Çünkü bir ülkeyi ayakta tutan, hele Türkiye gibi bir ülkeyi ayakta tutan -tekrar ediyorum, bu üçüncü olacak- yegâne güç, potansiyel, insan kaynağıdır. Siz insan kaynağınıza eşitlikçi davranamadığınız için, ideolojik ve politik nedenlerden dolayı onları kamu hizmetinden uzak tutmanızdan dolayı, beğenmediğiniz için, makbul vatandaş saymadığınız için, sizin siyasi kültürünüzde itiraz eden insanları tasvip etmediğiniz için, gitmelerini ve onlardan kurtulmayı isteyebilirsiniz. Ama bu, uzun vadede dağıttığınız imkânların giderek küçülmesine neden olacaktır.
Üreten bir nüfustan kurtulduğunuzu zannetmeyin. Üreten bir nüfus kaçıyorsa, asıl kurtarılması gereken siz olursunuz sonunda. Üreten, düşünen, değer katan bir nüfus giderse, bakkal dükkânında satacak mal bulmazsınız. Konuştuğum insanlardan biri şu örneği vermişti: Ülke sadece tüketenlere kalırsa ki bunun ipuçlarını bugün görüyoruz. Suni olarak değerlendirilmiş bir TL sayesinde her şeyi ithal ederek üretimi ne kadar dışladık. Daha başındayız, bugün bile, bu şartlarda, tüketmeye alıştığımız pek çok mal bulunamaz oldu. Dolayısıyla, Türkiye’de buna sevinenler sevinmesinler. Bilakis, üzülmeleri ve tedbir alıp bu gidişi durdurmaları gerekir. Ama bu gidişin nedeni, Türkiye’nin tam teşekküllü krizidir. Ekonomik kriz bu noktaya gelene kadar, -şimdilik kriz lafının telaffuz edilmesinden pek haz etmiyorlar. Bir ‘’var’’ diyorlar, ‘’bizim değil’’ diyorlar sonra ‘’aslında yok’’ diyorlar- Türkiye siyasi, ideolojik krizlerden geçti. Devlet krizinden geçti. Onları ucuca ekleyerek, krizler arası karşılıklı etkileşimle her birinin diğerini büyüttüğünü gördük. Bu noktaya boşuna gelmedi Türkiye. Şu an derinleşen bir ekonomik kriz var. Daha da kötüye gideceği alenen belli oluyor. Çünkü iktidar çok geç reaksiyon veriyor. Kabule yanaşmıyor. Kabul etmek istemiyor. Önce yüzleşeceksiniz. Krize verilen geç tepki etkili olmuyor ve bu sefer maliyetler artıyor. Bu, Türkiye’den beyin göçünü daha da hızlandıracaktır.
Kasım 2017’de ‘’durun gitmeyin, daha yaşanacak çok şey var’’ diye yazmışken, şimdi ‘’durun gitmeyin’’ deme hakkını kendimde göremiyorum. Ve 1 yıl dolmadan bu hale geldik. Ben Kadri Gürsel olarak kendi vicdanımda, 1 yıl önce, hatta Kasım ayında, 10 ay önce ‘’durun gitmeyin, daha yaşanacak çok şey var’’ demiş bir gazeteci, bir köşe yazarı olarak, bugün, ‘’durun gitmeyin’’ deme hakkını kendimde göremiyorum. Kalsalar ülke için iyi olur. Ama gitmek, bu şartlar altında onların hakkıdır. Çünkü 24 Haziran’dan sonraki tablo, ülkenin yakın ve orta vadesi için pek ümit vaat etmiyor. Kimse için ümit vaat etmiyor aslında. Burada bir kazanan ya da kaybeden yok. Kaybeden, Türkiye aslında. Umarım bunun ayırdına kısa sürede varırlar. Yani, ülkeyi böyle yönetmenin, sonunda getirdiği noktada nelere mal olduğunun, nelere yol açtığının ayırdına varırlar ve düzeltirler kendilerini diyorum. Ama açıkçası bu açıdan pek umudum yok. Çünkü krizleri yaratanlar, krizlere neden olanlar krizleri çözemezler.

Yazınızda, hem gençlerle, hem de bu konuda araştırma yapanlarla konuştunuz. Şimdi biraz o konuya girelim. Bu gençliğe temel olarak baktığımız zaman, muhalefetten de umutlarının kalmadığını söylediniz.
Evet. Özellikle 24 Haziran’dan sonra.

Peki. Acaba, gençlik bazı diğer ülkelerde olduğu gibi, kendisi yeni bir muhalefet biçimi yaratamaz mı? Yoksa Türkiye’de bununla ilgili kanallar çok mu tıkanmış durumda?
Zaten bunu ilk önce gençlik yaptı. Benim Al-Monitor’deki yazımın başlığı ‘’Gezi Kuşağı, Türkiye’yi terk ediyor.’’ 2013’de, itiraz eden ve itirazını sokakta ifade eden ‘’Gezi Kuşağı’’ dediğimiz kesim -ilk günleri kastediyorum ama- doğru ya da yanlış, ‘’Gezi Kuşağı’’ olarak adlandırılan o kesim, o ana kadar, apolitik olmakla, bencillikle suçlanan, evinde oturup sadece bilgisayarıyla oynayan ya da kendi dar çevresinin ötesinde olup bitenlere ilgisiz kalmakla suçlanan bir gençlikti. Bunlar sokağa indiler. Sokağa inmelerinin nedeni, yaşadıkları çevrenin, ülkenin ve kendi geleceklerinin hoyratça tahrip edilerek ellerinden alındığını görmeleriydi. Hayat tarzlarına doğrudan karışılıyordu. Aslında, bu gençlik kesimi kendini var edebilme, kendini ifade edebilme, özgürlüğüne sahip çıkabilme açısından bireysel tutumlar alabilen bir gençlik kesimi. Bu insanlar ‘’bana karışma’’ dediler. Bu nedenle indiler sokağa.
Gezi Direnişi çok sert bir şekilde bastırıldı. Ama Gezi Direnişi sadece bu gençlik kesimiyle sınırlı kalmadı. İyi yetişmiş, iyi okullarda okuyan, beyaz yakalı profesyonellerdi. Burada bir parantez açmak lazım: ‘’Gezi Kuşağı’’ dediğimiz kuşak bir öğrenci kuşağı değildi. Profesyonel bir kuşaktı. Okullardan yeni mezun olmuşlar, çalışma hayatına atılmış beyaz yakalılardı. Bunu bizzat biliyorum. Gündüz işteydiler, gece Taksim’deydiler. Böyle bir kaç hafta yaşadılar orada. İktidar bu insanları anlamamakta direndi. Bu insanları hiç dinlemeden, onları hiç anlamaya çalışmadan, hemen kafasındaki şablonlara yerleştiriverdiler. Ve bu insanların itirazını bir darbe olarak kodladılar.

Bugün hâlâ darbe girişimi olarak adlandırıyorlar.
Hâlâ darbe girişimi diyorlar. Gezi hadisesi tabii ki tek boyutlu bir hadise değil. Tüm Türkiye’ye, 80 vilayete yayıldı bu ve çok başka kesimlerin de katılımı oldu buna. Çeşitli sol hareketler bunu sırtladılar, götürdüler. Ben onları kastetmiyorum. Benim ‘’Gezi Kuşağı’’ diye işaret ettiğim, nitelediğim kesim, şimdi Türkiye’yi terk eden nitelikli genç iş gücü. Bunu kastediyorum. Yoksa Gezi’de öldürülenler, bazı ateşli silah gibi kullanılan göz yaşartıcı fişeklerle öldürülen, dövülerek öldürülen gençler de bu hareketin büyük tabanı içindeydiler. Ama hareketin ilk başlatıcıları, o ilk birkaç gün içinde Taksim’i, İstiklal Caddesi’ni dolduranların, 31 Mayıs, 1 ve 2 Haziran’da orada olanların sosyolojisi, eğitim durumu onlardan farklıydı. Genelleştirmelerden kaçınmak açısından bu ayırımı görmek lazım.

Bir de işin bir kimlik boyutu var. Gezi meselesi olunca da aklıma geldi. Hatırlıyorum, o yıllarda Gezi konusunda araştırma yapmak çok moda olmuştu akademi dünyasında. Birçok araştırma çıktı. Ve daha sonra üzerinde anlaşılan bir sonuca da varıldı. Aslında bu, ağırlıklı olarak seküler kesimin başlattığı bir şeydi. Burada seküler-muhafazakâr ayırımı -ki bizim toplumumuzun kimlik ayırımları içinde en önemlilerinden biri- şu anda siyasetin muhalefet ve iktidar tabanları arasında geçişi engelleyen bir kimlik ayırımına da dönüşmüş durumda. Siyasetin donmuş olması sonucuyla da karşı karşıyayız. ‘’Beyin göçü’’ kimliksel açıdan değerlendirildiğinde nasıl bir sonucu olacak? Yani, seküler kesim gidince, Türkiye daha çok muhafazakârlaşmış mı olacak?
İlk bakışta böyle bir sonuç çıkarmak olası. Fakat bu daha fazla muhafazakârlaşmış ama aynı zamanda da başka açılardan niteliksizleşmiş, vasatlaşmış, rekabetçi gücü olmayan, ekonomiyi büyütecek ve çeşitlendirebilecek entelektüel zihinsel birikimden yoksun bir Türkiye’nin, kendine yar olmayacağını, sahiplerinin yanına da kâr kalmayacağını düşünüyorum. Kendi insan kaynakları içinde seküler-muhafazakâr ayırımı yapan, liyakat yerine sadakati ölçü kabul eden bir yönetim anlayışıyla, Türkiye’nin gideceği yer iflastır, yoksullaşmadır. Buradan da parlak bir geleceğin yeniden inşa edileceğine inanmıyorum. Çünkü Türkiye’nin parlak geleceği ancak akademik özgürlükle, ifade özgülüğüyle, hukukla, adaletle olur. Böyle olmazsa insanları tutamazsınız.

Bu ‘’beyin göçü’nün benzerleri…
Ona başlamadan evvel, bir kesim Türkiye’den gidiyor da, kalan kesim, kendi içinde bir özgürlük ortamı varmış gibi, üretimini artıracak, çeşitliliğini artıracak, zihinsel, entelektüel akademik üretimini, kalitesini artıracak ve kaybı ikame edecek. Böyle bir şey yok. Bunu bugün görüyoruz zaten. Biraz önce söyledim ve söylediğimde de iddialıyım: Endüstride, akademide, medyada, kültür hayatında, nitelikli, göze çarpan ve kendilerinin de bu bakımdan kullanımına elverişli bir tane uzman yetiştiremediler. Böyle bir şey yok. Televizyona çıkan tartışmacılarını görüyoruz. Türkiye’nin akademik üretimi ortada. Yayımlanan makale sayısı görüntüde artıyor olabilir. Ama alıntılanma oranı son derece düşük. Bunlar görünen şeyler.
Dolayısıyla, iktidar, fevkalade haksız bir mülahaza sonucu, kendinden görmediği, kendisini makbul, muteber vatandaştan saymadığı ve görmediği bir kesimden kurtuluyor, geri kalanlarla da sanki müreffeh, parlak, rekabetçi bir Türkiye’yi inşa etmek mümkün olacak. Hayır, olmayacaktır. Bu kafa yapısıyla, bu zihin dünyasıyla, bu ideolojiyle, bu siyasi kültürle yapamazsınız. Yapamadınız. 16 yıldır iktidardasınız. Bütün imkânlar sizin elinizde, yapamadınız. Bundan sonra da yapamayacaksınız. Var olanı da kaybediyorsunuz. Dolayısıyla, ülke çölleştikten sonra o çöl sizin de işinize yaramayacaktır. Benim bütün meramın bu. Bunun ayırdına varsınlar. Sessizce kabul etsinler bunu, yeter. İtirafta bulunmalarına gerek yok. Bugüne kadar bu ülkeye yaptıklarının aslında kötülük olduğunun farkına varsınlar. Bize söylemeseler de olur. Sadece, sessizce davranışlarını değiştirsinler, o kadar.

Dolayısıyla, gitmek isteyenler ve istemeyenler arasındaki ayrım, bir kimlikten ziyade, niteliklilik ve vasatlık şeklinde düşünülmelidir.
Tabii. Kimlik ekseni üzerinden bunu tartışmayalım lütfen. Zaten ben de yazımda liyakat ve sadakat ekseni üzerinden, liyakat üzerine kurdum her şeyi. Nitelik arayışının kalmaması nedeniyle, ülkenin, vasatlığa ve vasatların eline kaldığı tespitini yapıyorum. Zaten şu anda Türkiye’de rekabet şartları yok. Rekabetçilik bitti. Rekabetin olmadığı yerde gelişme olmaz. Ülkeyi rekabete kapattılar. Bu insanlar, rekabete kapalı bir ülkede kendilerinin, iyi, nitelikli, üstün vasıflara sahip olduklarını nerede gösterecekler? Kendilerini nasıl gerçekleştirebilecekler? Bunun karşılığını nasıl alabilecekler? Bu çok zor onlar için.

Son bir soru sormak istiyorum. Cevabını zaman zaman verdiğimiz bir soru ama yine de üzerinde birkaç şey söylenebilir. Bu ‘’beyin göçü’’ başka birçok ülkede yaşanıyor. Siz geçen seneki yazınızda İran karşılaştırmasını yapmıştınız. Ama Ortadoğu’da birçok ülkede bu yaşanmıştı. Lübnan, Tunus vs.
Mısır.

Evet, Mısır’da mesela. Ama Türkiye’yi bu ülkelerle karşılaştırırken, siz de geçen seneki yazınızda gençlere ‘’gitmeyin’’ derken bunu söylüyordunuz: ‘’Bakın, Türkiye’nin bütün bu ülkelere göre çok daha önemli bir demokrasi geçmişi var, geleneği var. Şu an ne kadar etkisini görmüyorsak da eninde sonunda gösterecektir. ‘’ Peki, 24 Haziran’dan sonra ve bütün bu olanlardan sonra -aradan 1 yıl geçti, Eylül 2018’deyiz- bu konuda da mı umudunuz kayboldu?
Bu konuda kesin konuşmak istemiyorum. Çünkü Türkiye 24 Haziran sonrasında fevkalade öngörülmez bir ülke haline geldi. Türkiye’nin aşağı vurgu hareketi, zemini dipsiz olduğu için nerede duracağı belirsizdir. Hangi faktörlerin etkisiyle, nasıl durdurulacağı da belirsizdir. Dolayısıyla Türkiye öngörülmez bir ülke. Zaman geçtikçe, bu aşağı vurgu hareketi Türkiye’yi tahrip ede ede ülkeyi aşağı doğru çektikçe, bu bahsettiğim güvenceler de zayıflayacaktır. Ülkenin 200 yıla yakın reform tarihi, ülkenin kurumları, tarihi, hafızası, bütün bunların, ülkedeki bu kötü gidişi durdurmasa bile, frenlemek bakımından bir noktada etki etmesi beklenebilir. Etki edebilir. Belki de etti, bilemiyoruz.

Belki ancak bu kadar etki edebildi.
Belki de bu kadar etkili olabildi. Türkiye’nin bir demokrasi tecrübesi vardı. Ama bu demokrasi tecrübesi ancak bu kadar etkili oldu. Veya belki göreceğimiz başka şeyler de var. Çünkü şu anda her türlü ihtimale açık bir durumda Türkiye. Ekonomik olarak, siyasi olarak ve başka açılardan da öngörülemeyen bir ülke olmak ne demek? O zaman, her türlü ihtimalin, her türlü seçeneğin potansiyel olarak var olduğunu kabul etmek demek. O bakımdan, ben bunun bir bileşke oluşturduğunu düşünüyorum. Bir yandan zaman etki ediyor. Çok sayıda değişken var. Jeopolitik faktörler var. Ülkenin dış dünyayla ilişkileri burada etken olabilir. Bir de, bu gidişi yavaşlatma ihtimali bulunan kurumların -kurum derken çok abartmamak lazım ama biz yine öyle diyelim- ne ölçüde etki edeceğini bilemiyoruz. Bu bileşke nasıl oluşacak, onu bilemiyoruz. Neticede, başarısızlık önünde sonunda, siyasal, sosyal faktörleri harekete geçirir ve çözüm arayışlarını artırır. Şu aşamada çok da başarılı olunabildiği söylenemez. Tedbir alınmadığı için derinleşen bir kriz tablosu var ülkede. Bunun ne gibi sonuçlar doğuracağını şimdiden öngörmek mümkün değil. Bu nedenlerden ötürü öngörüde bulunmak ve Türkiye’nin, Tunus, Mısır, İran gibi diğer ülkelere göre daha köklü olan bürokratik geleneğinin veya adı kalıp işlevini yitirmiş kurumlarının, bir aşamadan sonra canlanıp -adalet başta olmak üzere- bir denge unsuru oluşturabileceğini düşünmek isterdim. Ama bu, maalesef bugünkü şartlarda, öngörülmezlik nedeniyle pek mümkün görünmüyor.

Evet. İzleyeceğiz bu durumu. İzleyip gördükçe, umarım bu konuda daha çok kayıp haberleri vermeyiz. En azından, Türkiye’nin varlıkları açısından. Çok teşekkür ederim bu konuda konuştuğumuz için.
Ben teşekkür ederim.

Sevgili Medyascope.tv izleyicileri, bugünkü özel yayınımızda ‘’beyin göçü’nü, nedenlerini, sonuçlarını, kötü etkilerini ve ne kadar ciddi bir problem olduğunu konuştuk. Konuğumuz gazeteci Kadri Gürsel’di. Bizi izlediğiniz için teşekkürler.