Yorum – Kadri Gürsel (29): Erdoğan’ın yol ayrımı
Kadri Gürsel, Yorum’da bu hafta CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu ile HDP Hakkâri Milletvekili Leyla Güven ve Diyarbakır Milletvekili Musa Farisoğulları’nın milletvekilliklerinin düşürülmesini, son günlerde sıklıkla gündeme gelen erken seçim tartışmalarını ve ekonominin kötü gidişatının siyaset üzerindeki etkisini değerlendirdi. Gürsel’e göre, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bir yol ayrımında ve tam otoriterleşmeye doğru gidiyor. Gürsel, “Bu gidişin gidiş olmadığını, bunun Türkiye’yi felakete sürükleyeceğini ve felaketin hepimizin felaketi olacağını söylüyorum. Tam otoriterleşme, iktidar sahiplerine iktidarda tutunma ve başarılı olma imkânı vermeyecektir” diyor.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Dilek Şen: Değerli Medyascope izleyenleri, ‘’Yorum: Kadri Gürsel’e hoş geldiniz. Bugün, son dönemlerdeki erken seçim tartışmalarının kaynağını biraz konuşacağız ve Türkiye’nin nasıl yönetildiği, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, muhalefete yönelik tutumunun nasıl olduğunu konuşacağız. Kadri Gürsel hattımızın diğer ucunda. Kadri Bey hoş geldiniz.
Gürsel: Hoş bulduk Dilek Şen. Yeni bir başlangıç; umarım her şey çok güzel gider. Bana soru mu soracaksın, direkt başlayayım mı?
Şen: Evet, soru soracağım. Dün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden çıkan bir karar, belki bir sonuç da denebilir: Üç milletvekilinin vekilliklerinin düşürülmesi. CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu, HDP Hakkâri Milletvekili Leyla Güven ve HDP Diyarbakır Milletvekili Musa Farisoğulları’nın milletvekilliklerinin düşürülmesi ve hemen ardından da dün akşam tutuklanmaları kararını nasıl değerlendirmek lazım? ‘’Neden şimdi?’’ diye sorarak başlayayım.
Gürsel: Evet, “Neden şimdi?” sorusunun cevabını vermek ve en azından yorumlamak zorundayız. Çünkü hatırlamak gerekirse, en azından Enis Berberoğlu için bu böyle: Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin kararı 2018’in Eylül ayına dayanıyor. Devletin gizli kalması gereken bilgilerini açıklamaktan dolayı Enis Berberoğlu’na, İstanbul’daki İstinaf Mahkemesi tarafından verilen 5 yıl 10 ay cezayı onadığı karar ve onadıktan sonra Enis Berberoğlu’nun milletvekili olması gerekçesiyle serbest bırakılmasına hükmetmesi, Eylül 2018. Aradan yanılmıyorsam 18 ay kadar bir zaman geçmiş. Niye 18 ay sonra bu karar siyaseten yürürlüğe kondu? Ki aslında bu da hukuksuz. Çünkü Yargıtay Ceza Dairesi’nin kararında ‘’Hükmün geriye kalan süresinin infazının, milletvekilliğinin sona ermesinin akabinde gerçekleştirilmesi’’ gibi bir hüküm vardı. Yani siyasî karar verici bunu beklemedi. Burada ‘’siyasi karar verici’’ derken meclisi kast etmiyorum. Bu, doğrudan Saray’dan alınan bir karar ve bir siyasi takvime, kafadaki bir oyun planına göre alınan bir karar. Bu nasıl oluyor, nasıl işliyor, ona bakacağız.
Bundan 3-4 gün önce, 1 Haziran’da CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Sözcü gazetesinden Saygı Öztürk’e yapmış olduğu bir açıklama var. Onu dün katıldığım bir televizyon programında da belirttim, hatırlattım ve burada da hatırlatmak istiyorum. Kemal Kılıçdaroğlu, son dönemde CHP’lileri sokağa dökme planlarının yapıldığını belirtiyor: “Baskıcı bir yönetim anlayışıyla herkesi susturmanın arayışı içindeler. Bu arayışı gerekçelendirmek için de CHP sokağa çıktı; ‘anarşiden, terörden yana’ söylemlerine yöneldiler. Böylece daha baskıcı yönetimle, önce olağanüstü hâl ilan edip, sonra da kimsenin itiraz edemeyeceği bir yönetim arzuları var. Biz bu oyunlara gelmeyeceğiz” dedikten birkaç gün sonra, Enis Berberoğlu’nun milletvekilliği düşürülüyor ve hemen sonra, aynı günün akşamı kendisi tutuklanıyor. Şu an Maltepe Cezaevinde. HDP’li diğer milletvekilleri Musa Farisoğulları ve Leyla Güven de öyle. Şimdi burada zamanlama çok ilginç. Çünkü bu eylemin zamanlaması, Erdoğan iktidarının bir yol ayrımında olduğunu işaret ediyor. Zaten bu yayının başlığı da o. Evet, Erdoğan bir yol ayrımında. Bu yol ayrımı da aslında şu ikilemden kaynaklanıyor: Erdoğan iktidarı çözemeyeceği bir baş çelişkiyle karşı karşıya. O da şu: Ülkedeki ekonomik krizi çözüp büyümeyi yüksek oranlara taşımasının imkânsızlığı; bu imkânsızlığın yanında, günü geldiğinde ülkeyi seçime götürme mecburiyeti. Şimdi hemen bütün seçim yapılan rejimlerde, iktidarlar, o seçimleri kazanmak için önce ekonomik yönden halkın mutlu olmasını temin etmek isterler. Bunun için de çeşitli araçları vardır. Benim “rekabetçi otoriter sistem” diye tanımladığım -ki birçok siyaset bilimci de böyle tanımlıyor. Ben gazeteci olarak Türkiye’deki sistemin bu tarife uyduğunu düşünüyorum-, sistem içerisinde, iktidarın, yeniden Türkiye’yi bu yüksek büyüme oranlarına ulaştırmasının imkânı kalmamış görünüyor. Kalmadığı da zaten iktidarın yaptıklarına bakarak anlaşılıyor. 2018’in Ağustos ayında, dışarıdan gelen bir tehdit sonucunda ülke bir kur krizi içine girdi. Fakat iktidar bununla baş edecek enstrümanları yok ettiği için, zaten ondan beri de, 2018’in son çeyreğinde ve 2019’un ilk iki çeyreğinde yaşanan küçülmeyi telafi edecek bir büyüme hızına dönemiyoruz. Üzerine bir de Covid-19 geldi. Bu pandeminin dünya ekonomisinde yarattığı küçülme ve doğrudan Türkiye ekonomisindeki küçülme neticesinde, iktidar ve ülkenin hazinesi ciddi bir kaynak ve likidite problemiyle karşı karşıya kaldı. Bugün bunu çözmek için ne yapıyorlar? Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu kaynağın olduğu IMF’ye gitmek yerine, -üstelik bunu solcu ekonomistler de teslim ediyorlar- SWAP anlaşmalarına yöneliyor. Bu SWAP anlaşmaları, bir ülkenin, Türkiye’nin durumunda, özel sektörün borç krizinin eşiğinde olduğu bir ülkenin, acil likidite ihtiyacı içinde olan bir ülkenin gereksinimlerini karşılayamıyor. Siz bir SWAP anlaşması yapıyorsunuz. O, bir borç demek. Onun vadesi geldiğinde bunu ödemek zorundasınız. Bunu ödemek için yeni bir SWAP anlaşması yapıyorsunuz. Yani, SWAP anlaşması yapabildiğiniz sürece acil likidite ihtiyaçlarınızı kısmen karşılayabileceğiniz bir sistem. Konuyu çok dağıtmak istemiyorum. Ama iktidar seçim yapmak zorundaydı. Daha önce Medyascope’ta yaptığım yayınlarda da söz etmiştim: Aralık 2019’da, İktidarın ‘2020’deki seçim’ mecburiyeti başlığıyla bir yazı yazdım: Ekonomik kriz karşısında çaresiz olan iktidarın, 2020’nin ilk yarısındaki konjonktür sayesinde belki bir seçim kazanma şansının olduğunu, ama bir erken seçimin, önündeki üç yılı yakarak kazanmayı düşünmemesi, bu imkânı değerlendirmemesi halinde ise, 2023’teki seçimi kazanmasının imkansız olduğunu yazdım. Dolayısıyla bu şartlarda 2020’de bir erken seçim, iktidar açısından bir tercih nedeni olabilirdi. Ama bu Covid-19 pandemisi nedeniyle, iktidar artık 2020’de girdiği herhangi bir seçimi kazanamayacak.
Peki, iktidar seçim yapmadan ülkeyi yönetebilir mi? 2023’e kadar seçim yapmadan, MHP’nin de desteğiyle… Burada bir parantez açayım: Çünkü burada MHP’nin desteği önemli. Tercihen seçim yapmayacaktır. Seçim yapmaya mecbur kalması, MHP’nin desteğini çekmesi ile olur. O yüzden mecburen seçim yapmak zorunda kalır.
Şen: Kadri Gürsel, araya girebilir miyim? Biliyorsunuz, en son geçen hafta, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli “Erken seçim gündemimizde yok” tweetleri attı. Genellikle, erken seçim, seçim ve referandum gibi şeyleri Devlet Bahçeli duyurur biliyorsunuz; son 10 yıl içinde bu hep böyle oldu.
Gürsel: 20 yıldır ondan duyuyoruz.
Şen: Evet. Buradan da anlıyoruz ki, 2023’te bir seçim planlanıyor. Siz de tam bu noktaya değindiniz. Bir erken seçim olursa, en erken ne zaman olur? Ya da sahiden olur mu?
Gürsel: Erken seçim, iktidarın kontrol edemediği koşullar ortaya çıkarsa olur. Ben bu koşullarda, 2023’e kadar iktidarın seçim yapacağı kanaatinde değilim. Çünkü yaparsa, kaybedecektir. O zaman, bu rekabetçi otoriter sistemde de, otoriter iktidarların ayakta kalmalarının ön şartı, girdikleri seçimleri kazanabilecekleri koşulları yaratmak. Bunun yolu da, ülkeleri kurumsuzlaştırmak, bütün bağımsız kurumları ortadan kaldırmak, yargıyı ele geçirmek, yargıyı bir silah olarak kullanmak, medya bağımsızlığını ortadan kaldırmak, muhalefetin meşruiyetini sorgulamak, muhalefeti ötekileştirmek, şeytanileştirmek, vatana ihanet içinde, terörle işbirliği halinde göstermek ve hatta muhalefete karşı şiddet eylemlerini bir noktaya kadar mazur karşılamak. Ki bunun örneğini yaşadık, bunu unutmayalım: 2019’da Çubuk’ta, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun başına gelen linç girişimi, bunun tipik örneği.
Peki, Erdoğan iktidarı bu denklemi nasıl çözecek? Bir; ekonomik krizi çözemiyor, Türkiye yeniden yüksek oranda büyümeye geçemiyor. Bu kez şans da dönmüş durumda. 2008-2009’daki küresel mali krizin sonucunda, Türkiye’ye muazzam bir dış kaynak girişi oldu; artık böyle bir ihtimal de belirmiyor. Tam tersi, Türkiye’den kaynak çıkışı var artık. Dolar Türkiye’yi terk ediyor ve kur krizi, reel sektör krizi ve böyle giderse, bankacılık ve finans sektörü krizine dönüşebilir maazallah. Çünkü çözümsüz. Krizin yükü bankaların sırtına yükleniyor. O zaman, kalan son meşruiyet kırıntısı da uçup gitmesin ve rüzgârda savrulmasın diye, günü geldiğinde seçim sandığını da halkın önüne koymak zorunda. Bu sistem içinde muhalefetin şöyle bir rolü var: Muhalefet, seçimlere katılarak, siyaset yaparak, sistemin meşruiyetini sağlıyor. Ama aynı zamanda da bu eşitsiz oyun sahasında… Az önce bu oyun sahasının neden eşitsiz olduğunu anlattım: Bütün “silahlar” iktidarın elinde; yargı bağımsız değil, medya iktidarın kontrolünde, ülke kurumsuzlaşmış, bağımsız kurum bırakılmamış vs. Buna rağmen, yine de muhalefet seçim kazanabiliyor. Bakın burası aslında tam sistemin çöktüğü an. 2019’da gördük: İktidar en önemli metropolleri; Ankara, İstanbul’da büyükşehir belediyelerini kaybetti. Demek ki bu şartlarda bile muhalefet seçim kazanabiliyor, ki iktidar bunu bırakmamak için belki ne lazımsa yaptı.
‘’Başka bir tedbir ne olabilir?’’ derseniz, seçim hileleri, manipülasyonlar filan. Ama onun da bir tahammül sınırı var. Yani seçim hileleri ve manipülasyonlar artık kör gözüm parmağına yapılmaya başlandığı an, iktidarın meşruiyeti gene gider. O zaman işin tam püf noktasına geliyoruz: İktidar buna karşı ne yapacak? Krizi çözemiyor, seçim yapmak zorunda. Bu şartlarda yaptığı seçimi kaybediyor. O zaman, muhalefetin üzerine binecek; muhalefeti ezecek, siyasi anlamda alanını daraltacak. Bu çok kibar bir tabir ama muhalefetin alanını daraltmak dediğimiz şey, siyaset yapamaz hale getirmek ve siyaset yapma argümanlarını elinden almak. Türkiye öyle bir noktaya getirildi ki, sanki bu iktidarın gitmesini istemek, darbecilikle eş anlamlı tutuluyor. ‘’Bu iktidar gitmelidir’’ dediğinizde, “Vay sen darbecisin” demeye getiriliyor. Tam da budur. Enis Berberoğlu’nun ve HDP’li milletvekillerinin başına gelen şey, yine HDP’li belediyelere kayyum atanmasıyla süre giden şey, aslında tam da budur: Bir; muhalefeti siyaset yapamaz hale getirmek ve dolayısıyla seçimi böyle kazanmaya çalışmak, sindirmek, korkutmak. İki; ittifakı dağıtmak. Yani Millet İttifakı dediğimiz, CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi’nden oluşan, ama fiilen HDP’nin de dışarıdan destek verdiği bu ittifakı parçalamak.
Şen: Tam burada, az önce söylediğiniz eşitsiz oyun sahasında, sizce ‘’Muhalefet, bilhassa CHP, ne kadar doğru bir siyaset kuruyor?’’ diye sormak gerekiyor. Çünkü dün Kemal Kılıçdaroğlu attığı tweetinde, sadece Enis Berberoğlu’ndan bahsetmesi dolayısıyla, Leyla Güven ve Musa Farisoğulları’nın adını anmaması ya da açıkça söylememesiyle ilgili çokça eleştirildi. HDP’liler de çokça eleştirdi. Geçen sene, İstanbul seçiminin bu eşitsiz oyun sahasında nasıl kazanıldığını malumunuz; gündemi takip eden herkes biliyor. Sadece Enis Berberoğlu’ndan bahsetme halini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gürsel: Bu, iktidarın, muhalefete savurduğu iki tarafı keskin bir kılıç aslında. İki yönü var bunun: Biri, Enis Berberoğlu ve iki HDP’li milletvekilinin, milletvekilliklerinin düşürülmesinin aynı gün ve birlikte yapılması, hem HDP ve CHP’yi bir arada göstermek, böyle bir algı oluşturmak. Aynı zamanda da, bu hukuksuz hamleye karşı gelişecek olan reaksiyonlarda farkların oluşmasını sağlamak. Yani, CHP’lilerin, HDP’lilere sahip çıkmaması yahut İYİ Parti’nin, sadece Enis Berberoğlu’na, CHP’ye sahip çıkıp, HDP’yi görmezden gelmesi gibi reaksiyonlar oluşunca, HDP tabanında, HDP’nin kendisinde haklı alınganlıkların oluşması dolayısıyla, ‘’Millet İttifakı’nı bir arada tutan bağları zayıflatmak gibi bir sonuç amaçlanıyor. Bunda başarılı olunuyor mu? Aslında olunabilir de. Bir an için tedrici bir başarı elde edilmiş gibi görülebilir. Geçmişte de böyle şeyler oldu. Fakat muhalefetin ortak stratejik aklı, bu tür oyunları galebe çalmayı bildi. Bütün dönemlerde, aslında 2015’ten beri, özellikle CHP, HDP ve sol seçmenin sandıkta ittifak kurma ihtiyacının karşısında, bu tür oyunlar hep başarısızlığa uğradı. Kılıçdaroğlu neden böyle bir reaksiyon gösterdi ve diğer iki milletvekilini telaffuz etmedi? Onun açıklaması da şu: Bu bir tercih meselesi. Hangisini seçeceksiniz? Ya, HDP’li iki milletvekilini de zikrederek, ‘’HDP ve CHP bir arada, ortaktır’’ söylemlerinin yolunu açacaksanız. Ya da, onları zikretmeyerek, onlara sahip çıkılmasını kamuoyuna, HDP’ye bırakarak, HDP’den CHP’ye doğru bir alınganlık duygusunun oluşmasına yol açacaksınız. Bu, bir tercih meselesidir; ‘’Hangisi daha zararlıdır?’’ diye düşünmüşlerdir. Bunu üzülerek söylüyorum: Reel siyasetin acımasız hesapları sonucunda, sıcak bir gelişme yaşanırken, şimdilik, HDP’lilerin adlarının telaffuz edilmemesini tercih etmişlerdir maalesef. ‘’Duygu hali ve alınganlıkla daha sonra uğraşır ve belki onu telafî ve tazmin ederiz’’ diye de bakmış olabilirler. Duygularla baş etmek, onları tamir etmek, siyasetin yapabildiği bir şey. Geçmişten örnekler verelim. Mesela bugün de, ‘’Siz Mayıs 2016’da, dokunulmazlıkların kaldırılmasına Meclis’te onay verdiniz. Bu, sizin eserinizdir’’ diye hatırlatılıyor. Referanduma gitmeden, bu kararı almak için gereken 367’nin üstüne çıkıp, 376 ile Meclis’ten geçmesi, CHP’nin verdiği oylarla mümkün oldu. O zaman da bir tercih kullandı CHP; kendisini feda etti. Niye feda etti? Daha büyük bir zarardan dönmek için, az zararla yetindi. Neydi o büyük zarar? O zaman referanduma gidilecekti ve referandumda tam bir yarılma meydana gelecekti. Yani, alabildiğine derin bir kutuplaşma ve bu sefer referandumdan çıkan sonuç, iktidarın yeni destek eşiğini oluşturacaktı. Ve belki orada, iktidar Türkiye’deki sağ, muhafazakâr, milliyetçi tabanın üstüne oturduğunu ilan edebilecekti çıkacak sonuca binaen. CHP bunu gördüğü için, kendini feda ederek, bu işin Meclis’te bitmesini istedi ki, dokunulmazlıkların kaldırılması, halk tabanında bir meşruiyete sahip olmasın. Bence meşruiyetsiz bir adımdı; siyasî ve ahlâkî bir meşruiyeti hâlâ yoktur, savunulamaz; anayasal ve hukukî meşruiyeti yoktur. Ama bunu halka götürdüğünüz zaman, ister istemez halkın indinde bir meşruiyete sahip olunacaktı. O noktada, CHP, 2016’da bunu kapattı. Bence, ahlâken savunulması mümkün değil. Ama reel politik açısından, daha büyük bir zararın eşiğinden dönülmesi sağlandı. Dolayısıyla bu bakımdan, CHP’ye yönelik eleştirilerde, biraz da insaf sahibi olunması gereğini düşünürüm.
Şen: Öyleyse, HDP’nin olası alınganlığı, olası bir erken seçimde, bu sefer CHP’ye destek vermemesine neden olabilir mi? Daha evvel İstanbul seçimlerinde olmamıştı ama bu sefer olabilir mi?
Gürsel: Zannetmiyorum. Ben olası bir seçimin, ancak, MHP’nin bu iktidardan bir şekilde desteğini çekmesiyle mümkün olacağı kanaatindeyim. Bu olursa, ancak başka bir hesap HDP’nin Millet İttifakı’na desteğine engel olur. Ama bunun gerekçesi, ‘’Siz üzerinize düşen ahlâkî, vicdanî sorumlulukları yerine getirmediniz. Zaten bizim de artık baraj sorunumuz yok, desteklemiyoruz, çekiyoruz’’ derler. Ama bunun sonucunda da, emin olsunlar ki bir baraj sorunları olur. Bu bakımdan, nihaî kertede, bunların unutulacağı veya unutulmuş gibi yapılacağı, üzerine bir sır perdesi çekileceğine, bundan bahsedilmeyeceğine ve Türkiye’nin önüne, geleceğine bakılarak karar verileceğini düşünüyorum. Eğer böyle yapılmıyorsa, bilin ki başka bir hesap devreye girmiştir. Böyle bir hesabın ne olacağını da şimdiden düşünemeyiz.
Neticede, iktidar siyaseti baskılayacak, siyasetin alanını daraltacak, muhalefeti siyaset yapamaz hale getirecek ki 2023’te bir seçim kazanabilsin. Oyun planı bu. Dolayısıyla, bu oyun planı doğrultusunda, önümüzdeki günlerde, aylarda, belki başka hamleler de göreceğiz iktidardan. Ama ‘’başarılı olabilir mi?’’ sorusunu sormak lazım. Bu tür hamleler, Türkiye’nin tam otoriterliğe savrulmasına neden olabilir. Böyle bir durum iktidara bir yaşam alanı sunabilir mi? Ben yine de sunamayacağı kanaatindeyim. Çünkü işin sonunda her şey gelip iktidarın rıza üretimine kalıyor. Yani, iktidar, artan, büyüyen, yükselen değişim talebini ertelemesi için seçmene ne önerecek? 7 Haziran- 1 Kasım 2015 arasında bu oldu: 7 Haziran’da, iktidarı Meclis’te azınlığa düşüren, bir değişim talebiydi. Ama 1 Kasım’a giden yolda, terör ve kaos tehdidi, bu değişim talebinin ertelenmesine neden oldu. Değişim talebinin ertelenmesine yol açabilecek araçlar; bir jeopolitik risk, tehdit, içte ve dışta kaos, ciddi bir güvenlik tehdidi gibi durumlar, evet, seçmeni, ‘’değişim’’ talebini ertelemeye itebilir.
Ama şimdi dinamikler çok farklı: Özellikle iktidardan 2 siyasi parti kopmuş durumda. Bu kopuşlar aynı zamanda sınıfsal kopuşlara da işaret diyor. Yani Babacan’ın ayrılması, sadece Babacan ve bir grup memnuniyetsizin AKP’den ayrılması değil, bir muhafazakâr kentli orta sınıfın ve Anadolu burjuvazisinin AKP’den ayrılması anlamına da geliyor. Çünkü insanlar şartlardan hiç memnun değil, bunu biliyoruz: Yönetim biçiminden memnun değil, Türkiye’ye empoze edilen ‘’Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’’’ denen şeyden de memnun değil. Memnuniyetsizlik giderek yükseliyor ve yükselmeye de devam edecek. Bu artan değişim talebinin ertelenmesini 2023’te temin etmek için, maazallah, Türkiye’nin karşısına hangi büyüklükte bir kaos ve güvenlik tehdidinin çıkması lazım? Peki, böyle bir şey olursa, bunun altında kalmayan olabilir mi? Bence böyle bir şeyin altında, iktidar da kalır. Hepimiz kalırız. İktidarın enstrümanları azaldıkça, bu azalan enstrümanları fütursuzca kullanmanın maliyeti de alabildiğine artıyor. Bunu görmek lazım. Çünkü artık eskisi gibi, iktidarın, maliyetsiz bir politika geliştirmesinin imkânı yok. Geliştirdiği her politikanın, kurduğu her sözde oyunun, kendisine dönen çok ciddi bir maliyeti var, özellikle ekonomide. Çünkü burada balatalar yanmak üzere. Bir krizin içindeyiz ve bu kriz, geçici, üstünkörü ve yüzeysel önlemlerle çözümlenebilecek bir kriz değil. Ama maalesef, iktidar Ağustos 2018’den beri, yani Türk Lirası’nın âni değer kaybına uğradığı o aydan beri, halka, iç ve dış piyasalara güven veren bir çözüm paketiyle karşımıza çıkamadı. Bunun yerine, sürekli olarak hormonlu bir büyümeye yöneltmek; bankaları baskılayarak, bankaları Merkez Bankası’na döviz borcu vererek -Merkez Bankası döviz rezervi denilen şey, Merkez bankasının aldığı borçlardan oluşuyor. Şu anda ekside biliyorsunuz- SWAP anlaşmalarına yönelmek, sermaye kontrolü uygulamak ki sermaye kontrolü uygulanırken, bayağı bir panik etkisi görüyoruz: Kambiyo işlemlerinde uygulanan vergi, önce binde 1’den, binde 2’ye yükseltildi. Sonra 1 hafta içinde 5 kat artırılarak, binde 2’den yüzde 1’e çıkartıldı. Bütün bunlar hiç iyi işaretler değil. İktidarın ülkeyi yönetim tarzında bir panik havası egemen olmuş durumda. Enis Berberoğlu’nun 2023 beklenmeden hapse atılması, belki CHP’lileri kışkırtmaya, kışkırtmaya gelmiyorlarsa bile en azından sindirmeye yönelik bir eylem. Çünkü buna ihtiyaç duyulduğu görülüyor. CHP’de, giderek artan bir aktivizm var. Dün katıldığım programda da söyledim: CHP İstanbul İl Başkanı Kaftancıoğlu, AKP iktidara geldiğinden beri ilk kez, AKP İstanbul İl Başkanından çok daha popüler ve daha çok tanınıyor. Böyle bir durumla karşı karşıyayız. AKP parti olarak giderek -eskilerin tabiriyle- mefluç, çalışmaz ve paslanmış bir makine haline gelmekte. Seçimlerin kaybedilmesinde, eskiden çok hızlı çalışan AKP makinesinin, bugün gelinen noktada, Erdoğan’a ‘’Gönül seferberliği başlatıyoruz’’ dedirtecek kadar tıknefes kalması ayrı bir sorun.
Şen: Kadri Gürsel, son olarak, bu panik havasından ve ekonomik krizden, dün ilan edilen sokağa çıkma kısıtlamasının, bugün Erdoğan’ın ‘’Karar aldım’’ diyerek iptal etmesini nasıl okumak lazım?
Gürsel: CHP’lilere yönelik taciz eylemleri, nasıl bir paniğin işaretiyse: Mesela Eski İzmir İl Başkanı Banu Özdemir’in tutuklanması, cami provokasyonu, CHP Adana Gençlik Kolları Başkanı Eren Yıldırım’ın tutuklanması, keyfî kararlardı, fırsatçılıktı. Bunları da hatırlatmak istiyorum. Aynı şekilde, bir başka açıdan da, Covid-19 krizinin yönetiminde, iktidarın, bir kez daha, halkın tepkisinden çekinerek sorumsuzluğun yönetimine meylettiğini görüyoruz. Bunu biraz daha açayım: Şöyle bir şey düşünün. ‘’Yeni normal’’ başlıyor. ‘’Türkiye’yi açıyoruz, 1 Haziran’dan itibaren normalleşmeye başlıyoruz’’ deniyor. Sonra bir anda Perşembe günü paldır küldür sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor; insanlar tam uzun zamandan sonra ilk kez bir hafta sonu sokağa çıkacaklarını hayâl ederken. Sonra bu karara tepkiler geliyor. Bütün bunlar hiç öngörülmüyor. İktidar, gelen bu tepkilerden korkuyor, çekiniyor. Buna dahi tahammülü kalmamış durumda. Bu tepkiler üzerine, Cumhurbaşkanı Erdoğan twitter hesabından ‘’Ben bu yasağı kaldırdım’’ diye birinci tekil şahıs kullanarak, yasağı kaldırdığını ilan ediyor. ‘”Ama maske, mesafe, temizlik kurallarına’ dikkat edeceksiniz” diyor. Bunun anlamı ‘’Sorumluluk size aittir’’ demek. ‘’Madem sokağa çıkmak istiyorsunuz, sorumluluk sizin. Ben karışmam.’’ Ama böyle bir yönetim olmaz. Bu yönetim tarzı, Türkiye’nin, ne kadar keyfî, ne kadar plansız, başına buyruk, günübirlik yönetildiğinin çok çarpıcı bir sembolü oldu.
Şen: ‘’Erdoğan Yönetimi bir yol ayrımında mı?’’ başlığını Kadri Gürsel değerlendirdi. Bu yayında bu sorunun yanıtını aradık. Çok teşekkür ederiz Kadri Gürsel. Görüşmek üzere.
Gürsel: ‘’Yol ayrımı’’ başlığı boşa gitmesin. ‘’Yol ayrımı’’ derken, ‘’Daha da otoriterleşmeye doğru bir gidiş mi, değil mi?’’ yi kastediyorum. Ben, bu tam otoriterleşmeye doğru gidişin, gidiş olmadığını, bunun, Türkiye’yi ancak felakete sürükleyeceğini ve bu felaketin, hepimizin felaketi olacağını söylüyorum. Çünkü ‘’bu tercih, iktidar sahiplerine, iktidarda tutunma ve başarılı olma imkânı vermeyecektir’’ diyelim ve bitirelim.
Şen: Diyor Kadri Gürsel. Bizi izlediğiniz için teşekkür ederiz. Görüşmek üzere.