•     22 Kasım 2024

Yorum – Kadri Gürsel (23): Ankara Libya’da nerede yanlış yaptı?

Kadri Gürsel, Alphan Telek’in Libya konusundaki sorularını yanıtladı. Gürsel, Libya’nın Türkiye için milli bir mesele olmadığını vurgularken Türk dış politikasının krizleri derinleştirerek krizleri atlatma stratejisinin artık tutmadığını söyledi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Alphan Telek: Medyascope’tan herkese merhaba. ‘’Yorum-Kadri Gürsel’’ programına hoş geldiniz. Bugün Betül Başak olmadığı için programı ben modere edeceğim. Kadri Bey hoş geldiniz.
Kadri Gürsel: Hoş bulduk. 

Telek: Tartışacağımız konu Libya meselesi. Son günlerde çok önemli bir konu. Bütün siyasi tartışma gündemini domine etmiş durumda. Fakat bazı konularda sanki akıllar karışmış gibi geliyor bana. Bir izleyici ve dışarıdan bir olarak bu konuyu size soracağım. Sizin yorumunuz nedir? Yıllardır dış politika yapıyorsunuz, çok deneyimlisiniz. Önce şunu sorayım: Sizce bu bir kriz haline dönüştü mü? Türk dış politikasında bunun yerini nasıl yorumlarsınız?
Önce Türk dış politikasından başlayalım. Türk dış politikası bence artık bir ağız alışkanlığı. Aslında bu, kelimenin geniş tarifi dahilinde, bir dış politika olmaktan hızla çıktı. Türkiye artık dış politika yapamıyor. Türkiye, 2009, 2010’lardan itibaren çok iddialı bir dış politika yapmaya başlamıştı ve bunu Ortadoğu eksenli, İslamcı, ideolojik ve hatta giderek mezhepçi boyutlara vardıran bir yörüngeye soktu. O dönemde gerçekten çok iddialı bir dış politikaydı; Ortadoğu’da düzen kurmak gibi bir iddiası vardı. 

Proaktif bir dış politikadan bahsediyorsunuz. 
Evet, reaktif değil, proaktif bir dış politika. Yanlış hatırlamıyorsam 2011’de Davutoğlu’nun Büyükelçiler Konferansı’nda yaptığı konuşmada Ortadoğu’da, yangınları çıkmadan engellemek gibi bir iddiası vardı. Ancak izlenen dış politika, sonunda Türkiye’yi derin bir yalnızlığa ve tecride götürdü. Türkiye, 2011’de başlayan sözde Arap Baharı’nın heyecanı, coşkusu hatta sanrısına kapılarak -konumuzla ilgili olduğu için de lafı oraya getireceğim- bütün Doğu Akdeniz havzasında, Tunus’tan başlayarak Türkiye’de sonlanan bir İhvan’cı iktidarlar kuşağı oluşmasını kolaylaştırabileceği zannına kapıldı. Ve bu doğrultuda politikalar üreterek, bugün, kendisini hasım ülkeler tarafından tecrit edilmiş halde buldu. Doğu Akdeniz havzasındaki durum gerçekten de bu. Mısır’da bir büyükelçimiz yok. Sanki Mısır düşman bir rejimmiş gibi, hasmâne bir tutum içinde pozisyon aldık. Bunun nedeni de Ankara’nın izlediği dış politikadır. Onun dışında, Türkiye 2009’dan beri ‘’İsrail politikaları karşıtlığı’’ yerine, ‘’İsrail karşıtlığı’’ açısından Ortadoğu’ya giriş yaptığı için, -yeni Ortadoğu politikasının lansmanı böyle olmuştu- İsrail’le ilişkiler hiçbir zaman düzelmedi. Sonuçta, İsrail ve Türkiye, karşılıklı tehdit algılayan iki ülke durumuna düştüler. Türkiye Kıbrıs’ta, 2009’dan önceki doğru politikaları neticesinde Annan Planı’nı destekleyerek, bence doğru ve o dönemin gerçeklerine uygun hareket etmişti. Fakat sonrası gelmedi. ‘’Türkiye bu konuda haklıdır’’ diyeceğiz ama Doğu Akdeniz’deki enerji jeopolitiği açısından da, Mısır’da 2013’teki darbe ve İsrail’le bir türlü normalleşmeyen ilişkilerin Türkiye’yi getirdiği netice ve Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerinin aslında sadece hukuki çerçeve olarak duruyor olması, haliyle Yunanistan’ı da güçlendirdi. ABD ile olan ilişkilerin giderek çok boyutlu bir krize sürüklenmesiyle, Yunanistan yine buradan güçlenerek çıktı. Son olarak S-400 krizi ile bu daha da arttı. Şimdi karşımızda, ABD’nin de desteğiyle, Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi dışlayan bir Yunanistan ve dünyanın ‘’Kıbrıs Cumhuriyeti’’ olarak tanıdığı -bizim Güney Kıbrıs Rum Kesimi dediğimiz- Rum Kesimi, İsrail ve Mısır var. Bunların Doğu Akdeniz’de, Türkiye’yi bypass ederek yaptıkları bir doğalgaz hattı çalışması var. Bu bir kuşatılmışlık. Türkiye’yi bu manada tecrit ediyor. Türkiye de, Kıbrıs Adası’nın etrafındaki doğalgaz arama çalışmalarının hukuki zemini olmadığını söylüyor ki Türkiye bu konuda haklıdır. Donanmasına eskort görevi vererek arama çalışmalarını kendisi yapıyor. Tabii burada, Türkiye’nin, kendisini, neden güvenilmez ülke durumuna soktuğunu açıklaması lazım. Sonuç itibariyle, Ankara’nın kendisini nasıl savunduğunun pek bir önemi yok.

Bir konuda çok da haklı olabilir ama…
Çok haklı da olabilir ama neticede dış politika sonuç üretme sanatıdır. Mısır’daki darbe Türkiye’ye karşı yapılmış gibi algılanmasaydı, bu sonuç doğmayacaktı. İsrail’le ilişkiler en azından tehdit unsuru içermeyen bir normalleşme rayına oturtulabilseydi, bu oluşmayacaktı. Türk dış politikası denen şey, giderek militarize oluyor. Militarize olmasının nedeni tıkanıklık. Artık diplomasi alanı daraldığı ve hatta kimi yerde ortadan kalktığı için, 20.yüzyıldan kalma eski bir tabirle ‘gambot diplomasisini uyguluyor Türkiye. Artık askeri caydırıcılığını devreye sokuyor. Bunu Libya’da da görüyoruz. Libya’da örtülü bir askeri müdahaleyi görüyoruz. 

Oraya geçmeden Türk dış politikasının genel hatlarıyla ilgili size şunu sormak istiyorum. Benim son yıllarda gözlemlediğim, Türkiye, Ortadoğu’da krizler yaşadıkça, bir bypass edilme korkusu yaşıyor. Bu Suriye’nin kuzeyinde olabilir. ‘’Acaba bizi dışarıda bırakırlar mı?’’ korkusu taşıyormuş gibi hareket ediyor. Sizce bu korku haklı bir korku mu? Az önce söylediklerinize paralel olarak, dış politikadaki bütün sorunların ya da pozisyon almaların, içerisiyle bir ilgisi var mı?
Türkiye’nin iç politikasıyla dış politikası birbirinden ayrılamaz; dış politikası, iç politikasının devamı. İktidar, iç politikada da, dış politikada da tarihsel bir tıkanıklık içinde. Türkiye’de iktidarın tam teşekküllü krizi, dış politikada da görülüyor. Dış politikada krizde ama iç politikada da büyük bir krizde. Toplumsal, ekonomik ve aynı zamanda bir devlet krizi. Çok geniş bir yönetim krizi yaşanıyor. Türkiye’nin yerleşik ittifak ilişkilerini de saran, etkileyen bir boyutu var. Bu Doğu Akdeniz’deki kuşatılmışlığın tek çıkış noktası veya bu kuşatmayı kırmak, bozmak, açmak, huruç etmek için kalmış tek yer, Libya gibi gözüküyordu. Aralık 2015’te, Fas’ta imzalanan Suheyrat Anlaşması uyarınca, (Libya’da) Birleşmiş Milletler tarafından tanınan meşru bir hükümet olduğu söyleniyor. Olabilir. Bugün hâlâ yabancı ajanslarda, uluslararası medyada ve Batı medyasında ‘’Birleşmiş Milletlerin tanıdığı hükümet’’ olarak geçiyor. Suheyrat Anlaşması’nda da ‘’Ulusal Mutabakat Hükümeti’’ deniyor. Ama bunun da yine Temsilciler Meclisi tarafından tanınması gerekiyor ki o da tanımadı. Aslında bu meşruiyet konusu da sakat bir zemin. 

Yani kesim bir durum değil. 
Kesin bir şey yok. Bu meşruiyet konusundan devam etmek gerekirse, Türkiye’nin ‘’darbeci’’ olarak nitelendirdiği Hafter’in bir meşruiyeti var; o da siyasi amacının bir meşruiyeti. 2014’te ortaya çıkışından itibaren Hafter’in siyasi amacı, Libya’nın doğusunu İslamcı radikal ve aşırıcı unsurlardan temizlemekti. Hafter milislerinin Bingazi’yi ele geçirmesi, bu hedefinde çok kolaylaştırıcı bir rol oynadığı malûm. O dönemde de IŞİD, Irak ve Suriye’de teritoryalize olmuştu. Yani, Irak-Şam İslam Devleti adı altında, Suriye ve Irak’ta çok geniş bölgeleri ve şehirleri ele geçirip, fiili bir devlet ilan etmişlerdi. 

O dönemleri çok iyi hatırlıyorum; büyük bir korku yayılmıştı.
Evet. Hafter de bunu çok iyi kullandı.  

‘’Acaba aynısı Libya’da olur mu?’’ diye çok konuşuluyordu. Batılılar korktular.
Şöyle oldu ama. O dönemde IŞİD, Libya’da, Libya’nın orta bölgelerinde, Sirte’de alan tuttu.

Hafter’in yeni aldığı yer.
Evet. Dolayısıyla, Hafter açısından, Hafter’in bu kadar çok destekçi devşirmesinin arkasında yatan asıl cezbedici faktör, aşırı İslamcı gruplara karşı uluslararası toplumun Libya’da aradığı güvence. Çünkü Suriye ve Irak’ta ağızları yandığı için, Libya’da da, IŞİD ve benzeri İslamcı terör örgütlerinin alan tutması korkutucu bir durum. Çünkü hemen kuzeyi, İtalya. Doğrudan Avrupa’ya güç projekte edebilecek durumdalar. 

İtalyan Başbakanı da o yüzden geliyor zaten.
Evet, orada İtalya’nın tek derdi de güvenlik. Aslında Libya’da ana mesele, uluslararası toplumun Libya’ya bakışını oluşturan faktör, güvenliktir. Ama Türkiye’nin bakışını oluşturan ana faktör bu değil. Bugün Türkiye’nin, Ulusal Mutabakat Hükümeti adı altında, ağırlıklı olarak İslamcılardan oluşan hükümete bu kadar çok sahip çıkmasının arkasında, Doğu Akdeniz’de kendisine karşı kurulan ve kendisini dışlayan enerji jeopolitiği oyununu bozmak veya pahalıya getirmek gibi bir amaç varsa, diğerinde de İhvancı dayanışması var. Burası, İhvancı dayanışmasının artık son direnç noktası.

Ortadoğu’daki?
Evet. Hamas’ı saymazsak. Bu, İhvancı dayanışmasıdır. İhvan, Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin içinde de var. Zaten İhvan Libya’da öteden beri vardı. Kaddafi döneminde de baskı altındaydı. Ben burada bir ayrım yapmak istiyorum. Unutmayalım; her ne kadar tarihimize skandal olarak geçmişse de, Erbakan, Başbakan olduktan sonra ilk yurt dışı gezisini, Mısır, Libya ve yanılmıyorsam Nijerya’ya yaptı.

1996’da.
96’nın sonunda. Ama benim için önemli olan Mısır ve Libya. O zaman Mısır’da Mübarek vardı. Mübarek Müslüman Kardeşler’in, İhvan’ın en büyük düşmanıydı. Veyahut İhvan Mübarek’in en büyük düşmanıydı. Aynı şey Kaddafi için de söz konusu. Erbakan, çadırda Kaddafi tarafından aşağılanmıştır. Kaddafi’nin, Türkiye’nin bölünmesi sonucunu doğuracak bir önermeyi dile getirdiğini ‘’Ne zaman bir Kürt devleti göreceğiz’’ gibi bir ifade kullandığını hatırlıyorum. Ama sonuçta oralara gidilmiştir ve o dönemde bu, mesele edilmemiştir. Fark şuradan geliyor. Bu reel politika, Erbakan tarafından dahi uygulanmıştı. Türkiye’nin Libya’ya yaklaşımı her zaman reel politika zemininde oluşmalı. Eğer Ortadoğu’ya ideolojik bir dış politikayla yaklaşacaksak, bunu yapacağımız en son ülke Libya olmalı. Çünkü son birkaç yıl içerisinde yaşadığımız, yakından gözlemlediğimiz, son 1 haftadır yaşanan gelişmelere bakıyoruz. Her gün yeni baştan küçük küçük alt denklemler kuruluyor. Mesela, Hafter, ardından da Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin Başkanı Sarrac Moskova’ya gidiyor. Türkiye ve Rusya ile dörtlü olarak bir araya geliyorlar. Ortaya bir ateşkes metni çıkıyor. Rusya ve Türkiye’nin oyun kuruculuğundan söz edilmeye başlanıyor ki ben Türkiye ve Rusya’nın tek başlarına oyun kurucu olamayacaklarını savunuyorum. Bunun olamayacağı da yaşananlardan görülüyor zaten. Ateşkes anlaşmasını Sarrac imzalıyor ama Hafter imzalamadan Moskova’dan ayrılıyor. Böyle bir sürü, tuhaf, karmaşık olaylar. Ama 2011’den bu yana Libya’nın kronolojisine baktığımız zaman, buna benzer şeyler her ay, neredeyse her hafta yaşanıyor orada. Çok fazla güçsüz, birbirleriyle sürekli ittifak yapıp bozan aktörler var. Dolayısıyla, bugün Libya’ya bakışımızı tayin edecek olan ana unsur, Libya’daki aktörlerin birinden yana, ötekine karşıt, yani o aktörün muarızına karşıt, ondan yana, sonuna kadar onun destekçisi gibi algılanmamıza neden olan bir tutum almamaktan geçiyor. Neticede ne olursa olsun, Türkiye, Libya’da, bir taraftan yana, diğerine karşıt gibi gözükmeden, oradaki çatışmaya yapıcı ve sonlandırıcı mahiyette müdahil olmalıydı. Bugün bütün bunlar, bir tarafın kazanmasını önlemek, oradaki çatışmayı uzatmak yahut da Sarrac’ın iktidardan gitmesini, Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin, sıkıştığı daracık alanda, uzunca bir süre devam edebilmesini temin için yapılıyorsa, orada kullanılan dil de yanlış. Misal, bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, ‘’Gerekirse Hafter’e hak ettiği dersi veririz’’ manasında cümleler ifade etti.  

Peki, hükümetin en güçlü argümanını size sormak istiyorum. Dün gece de çeşitli programları izledim. ‘’Biz neden Libya’dayız?’’ sorusuna hükümetin verdiği yanıt, ‘’Akdeniz’deki enerji meselesi’’ oldu. Bu argümanı siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Anladığım kadarıyla her şey buna dayanıyor.
Türkiye, Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma Anlaşması yaptı. Ama kendi Münhasır Ekonomik Bölge olarak ilan ettiği noktadan, doğalgaz boru hattının geçmesine engel olabilecek mi? Mesele bu. Açıkçası, ben bunun pek mümkün olabileceği kanaatinde değilim. Bu çatışmacı bir yaklaşım. Çünkü çakışıyor. Bundan 1 hafta önce Kahire’de toplanan Mısır, Rum kesimi, Yunanistan ve Fransa (Dışişleri bakanları), bu anlaşmayı tanımadıklarını açıkça ilan ettiler. Türk Dışişleri buna büyük tepki gösterdi. 

Türkiye’nin ana yaklaşımlarından biri de, Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne meşruiyet atfetmesi üzerinden konuşursak, eğer Birleşmiş Milletler buna meşruiyet atfediyorsa, onu tanıyorsa, burada dur. Ama bunun ötesinde, mesela bugün Cumhurbaşkanının söylediği‘’Libya’daki ecdat torunlarına sahip çıkmak görevlerimizden biridir. Libya’daki tüm kardeşlerimize karşı, tarihi sorumluluklarımıza karşı, sorumluluklarımızın farkındayız. Zor günlerinde onların yanında olmamız gerekiyor.’’ Peki, Hafter Libyalı değil mi? Hafter’in ordusunda savaşanlar işgal ordusu mu? Libyalı değiller mi? Veya Libya’nın doğusu, Tobruk hükümeti de Libyalı değil mi? Birini ‘’Öz Libyalı’’ diğerini de ‘’Libyalı olmayan Libyalı’’ gibi mi görüyoruz? Erdoğan, ‘’Bu ülkede Hafter’in hedef aldığı kardeşlerimiz var’’ diyor. Acaba kardeşlik İhvan bağı üzerinden mi kuruluyor? Müslüman Kardeşler kardeşliği mi bu? Ne tür bir kardeşlik? Neticede, Türkiye Libya’ya bakıyorsa, Libya da, Libya’nın bütününü kardeş olarak görmeli. Orada kardeş kanı dökülmemesi için bir yaklaşımda bulunmalı. Bir taraftan yana çok açık, kesin net bir tavır alıp, askeri müdahalede bulunup, diğer tarafı tehdit edip, bundan sonuç beklendiğinde, çok istenmeyen sonuçlar da çıkabilir. Hafter 7 kocalı Hürmüz gibi. Hafter’in arkasında Rusya var, Amerika var, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, dolayısıyla Suudi Arabistan da var.

Körfez ülkeleri. 
Evet. Ve Fransa var. Biz de şimdi güç projekte edeceğiz oraya, değil mi? Caydırıcı olarak ne tür unsurlar var elimizde bir bakalım: Biz Ankara olarak buraya paralı asker, milis yolladık. Peki, kim bunlar? Suriye’de savaşan cihatçılar. Biz bu cihatçıları oraya yolluyoruz. Oradaki tehdit algısını daha fazla artırmaktan başka bir sonuç vermeyecektir. Zaten Libya’daki cihatçı, İslamcı, aşırıcı yoğunlaşma, bunların varlığı, bahsettiğim aktörlerin Hafter’in arkasında toplanmasına neden oluyor. Burada Ankara’nın yaptığı, Amerika ve Rusya gibi büyük güçlere özenip paralı askerler yollamak, insan kaynağı olarak da, Suriye’de kendisinin örgütlediği, donattığı, maaş verdiği cihatçıları yollamak oluyor. O zaman da oradaki meşruiyet zeminini ortadan kaldırmış oluyorsunuz. Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin meşruiyetini zedeliyorsunuz. Kendi meşruiyetinizin zeminini zedeliyorsunuz. Galip Dalay Karar gazetesinde buna yakın ifadelerle yazmıştı daha önce. Ona da atıfta bulunmak lazım, önemli bir yazıydı.
Bir şey daha ekleyeyim. Türkiye’nin, izleye geldiği dış politikanın neticesinde, 1990’larda ortak üretici olarak başladığı F-35 programından dışlanması söz konusu. Bir de, mini uçak gemisi olarak tabir edilen Amfibi Hücum Gemisi inşası sürüyor. Bunun 2021 gibi donanmaya katılması bekleniyor. Bu hücum gemisinde, 10 kadar da, kısa mesafede kalkış yapabilecek ve dikey iniş yapabilme özelliğine sahip F-35B alınması düşünülüyordu. Şimdi ambargo olduğu için bu gemi, sadece en fazla bir helikopter gemisi olabilir. Türkiye artık diplomasi zemini yitirdiği için, dış politikasında sıkıştığı dar alanda, dış politikasını militarize ederken, bir taraftan, askeri caydırıcılığını da, aynı dış politikadaki sakatlıklar yüzünden yitiriyor. 
Bu dış politikayı, Erdoğan Türkiye’sinin getirip hapsettiği o dar alandaki parametrelerle tartışmak bana zül geliyor açıkçası. Türkiye’de dış politika tartışırken bir hafıza egzersizi yapmak lazım. Türkiye’nin bu noktaya nasıl getirildiğini, duçar edildiğini anlatmadan dış politikayı tartışamayız. Çünkü ‘’Buradan nasıl çıkacağız?’ı tartışacaksak, buraya nasıl gelindiğini de tartışmamız lazım. Buradan nasıl çıkacağımızın cevabı, buraya nasıl gelindiği sorusunun cevabında yatıyor. 

Sürekli bir krizin içerisindeyiz ve yeni krizleri tartışıyoruz. Ama siz bunun bir geçmişi olduğunu söylüyorsunuz. 
Artık Türkiye’nin, daha doğrusu Ankara’daki iktidarın, başka krizler üreterek, krizleri baskılama kapasitesi fevkalade düşmüştür. Mesela, Doğu Akdeniz enerji jeopolitiğinde Türkiye bir krizle mi karşı karşıya? Bunu, Libya’daki krizi büyüterek baskılamak veya orada kendisine karşı kurulan oyunu, Libya’daki krizi daha da karmaşıklaştırarak bozmak niyetinde. Ama Libya’ya güç aktarımı konusunda elindeki yetenekler sınırlı olduğu için, bunun daha büyük tepki çekeceğini ve ülkeyi daha da zora düşüreceğini öngörüyorum. Bir kere, Türk donanması litoral bir donanma. Yani bir kıyı donanması. Bunu kabul etmek lazım. Ancak NATO mimarisi içinde bir açık deniz gücü olarak görev yapabiliyor. İkincisi, Türk Hava Kuvvetleri de öyle. Türk Hava Kuvvetleri de, elindeki havada yakıt ikmal kapasitesiyle Libya üzerinde etkili, caydırıcı operasyonlar yürütmesine imkân yok. Hafter Libya’da bu imkânlara sahip. Birleşik Arap Emirlikleri’nin uçakları Hafter için sorti yapıyor. Böyle bir güç dengesi içinde, tehdit dilini kullanmanın, Türkiye’nin izlediği bu yönteme katkıda bulunacak yapıcı bir araç olmadığını düşünüyorum. 

Peki, son sorumu sorayım. Hükümete yakın medyada bu konu şöyle tartışılıyor: Bu ulusal bir konu -ki aslında hükümet de bunu söylüyor- dolayısıyla bu konuda eleştirmektense, muhalefetin ya da muhalif kişilerin destek vermesi beklenir. Hatta dün Deniz Baykal’ın bir açıklaması oldu. Bu açıklama da bu argümana yönelik olarak kullanıldı. Siz ne düşünüyorsunuz? Bu tür konularda eleştiri getirilmeli mi? Getirilebilir mi?

Elbette eleştiri getirilmeli. Çünkü bu bir ulusal konu değil. Hamas Türkiye’nin milli meselesi değildi. Bunları hatırlamak lazım. Hamas hiçbir zaman Türkiye’nin milli meselesi değildi. İktidar bunu milli meseleymiş gibi nakletti. E şimdi yok mu Hamas? Hamas sorunu çözüldü mü? Türkiye’nin milli meselesiyse, bugün niye mesele etmiyoruz? Gündemden niye düştü? Burada Hamas üzerinden bir dış politika geliştirilemiyorsa, o zaman, iktidarı, Türkiye’nin milli meselesine -ağır bir ifade kullanacağım ama kasten yapıyorum- ihanet etmiş olmakla mı suçlamalıyız? Milli meseleyi uyutmakla mı suçlamalıyız? Çünkü meselenin çözümü konusunda hiç bir şey yapmıyor. Dolayısıyla, Libya da Türkiye’nin milli meselesi değildir. Türkiye’nin Libya’yla ilgili milli meselesinin (çözümü), -eğer milli meselemiz varsa- Libya’da Türkiye’nin ekonomik çıkarlarını gözeten, soğukkanlı, taraflar arasında dengeleyici bir tutum almaktan geçer. Çünkü Hafter’le böyle bir kan davası içine girecek olursak -ki oraya İHA operatörleri ve İHA’lar göndermekle, paralı askerler göndermekle, biz bu noktaya geldik maalesef- ileride, Hafter Libya’da Trablus’u da ele geçirirse ne olacak? Türkiye’nin bunu geciktirme imkânı var hâlâ ama önleme imkânı yok. O zaman ne olacak? Doğu Akdeniz’de konuşamıyoruz artık muhatap bulamıyoruz, herkesle kavgalıyız. Herkesle bir problemimiz var. Türkiye’de Libya’daki çatışma içselleştirilmek yoluyla, bir seçmen konsolidasyonu yapılmak isteniyor ama aslında yapılamıyor. Çünkü bütün araştırmalar şunu gösteriyor: Türkiye halkı, Türkiye’nin Libya’da askeri müdahalede bulunmasına karşı. Bunu gereksiz görüyor. Gerçekten de gereksiz bir şey bu. Ama baştan beri tutulan yol, Ortadoğu’da İhvancı dış politika, ideolojik dış politika, bu noktaya getirdi. Türkiye, bir çözüm arayışı içinde can havliyle, Libya’da bir aktör olmaya soyundu. Olabilir. Ama oyun kurucu olamaz. Türkiye’nin bugün sanki bir tandem içinde hareket ediyormuş görüntüsünü verdiği Rusya da, tek başına Libya’da bir oyun kurucu olamaz. Oyun kurucu olamayacağı da bugünkü gelişmelerden görülmüştür. Hafter aynı zamanda Amerika ile de konuşuyor. Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri de izin vermez. Onun için, Hafter’in yaptığı şey pazarlık kızıştırmak aslında. ‘’Kimden daha çok yardım alabilirim?” diye kendini açık artırmaya çıkarmış bir aktör Hafter. Gerçekten bir savaş ağası. Ama yarın öbür gün, bir savaş ağası, defakto bir devlet başkanı olarak karşımıza çıkabilir. Libya gibi bir yerde bu pekâlâ mümkün. 

Kadri Bey çok teşekkürler. Eklemek istediğiniz bir şey var mı? 
İktidar, Türkiye’de, ‘’Libya’da ne işimiz var?’’ denilmesine içerliyor olabilir. O zaman soru şu olmalı: ‘’Libya’da hangi işi kötü yaptık ki bugün bu işlerin peşindeyiz?’’ Aslında ‘’Libya’da işimiz ne olmalıydı?’’ sorusunu sormalıyız. Yani ‘’Libya’da ne işimiz var?’’ sorusu yanlış. Türkiye’nin tabii Libya’da bir işi var. Her zaman vardı ve olacak. O yüzden Erbakan’ın gezisini örnek gösterdim. Türkiye’nin, öteden beri Libya ile pek çok açıdan, ekonomik ilişkileri, tarihsel ilişkileri var. 74 Kıbrıs Savaşı sırasında Libya’nın verdiği destek hep hatırlatılır. O zaman Kaddafi daha yeni iktidarı ele geçirmişti. Ama ‘’Libya’da ne işimiz var?’’ sorusu doğru değil. Doğru soru ‘’Aslında Libya’da işimiz ne olmalıydı?’’ sorusudur. Ben de onu anlatmaya çalıştım. 

Peki. Bu konuyu daha çok konuşucağız gibi görünüyor. Çok teşekkür ederim tekrar. 
Ben teşekkür ederim.

Evet, sevgili Medyascope izleyicileri, bugünkü ‘’Yorum-Kadri Gürsel’’ programında, Kadri Bey’le Libya konusunu ele aldık. Bizi izlemeye devam edin. İyi geceler.