•     23 Kasım 2024

Türkiye’nin tehlikeli yalnızlığı

Türkiye’de 12 yıldır iktidarda olan AKP’nin sözcüleri, liderlerinin izledikleri dış politikayla ülkeyi bölgede ve dünyada yalnızlığa ittikleri yolundaki eleştirel görüşü çoğunlukla duymazdan gelirler ve bazen de inkar ederler...
Arşivlerde, Türkiye’yi yalnızlaştırdıklarını -o da ancak zımnen ve mazur göstermeye çalışarak- kabul ettiklerine dair sadece bir kayıt vardır: Ağustos 2013’te dönemin Başbakanlık Başdanışmanı İbrahim Kalın’ın sosyal medya kanalıyla yaptığı 140 karakterlik Türkçe açıklama...
Kalın’ın tvweeti şöyleydi: “Türkiye Ortadoğu’da yalnız kaldı’ iddiası doğru değil; ama eğer bu bir eleştiri ise o zaman söylemek gerekir. Bu değerli bir yalnızlıktır.”
Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcılığı'na getirilen İbrahim Kalın’ın isim babası olduğu “değerli yalnızlık” sözde kavramına AKP çevresi sahip çıkmadı; “çocuk” ortada kaldı ve unutturulmak istendi.
Türkiye’nin yalnızlığına Kalın tarafından atfedilen bu sözde “değer”, “izole olmak pahasına tarihin doğru tarafında durmak ve ahlaki üstünlüğe tek başına sahip bulunmak” gibi bazı tumturaklı iddiaları zımnen içeriyor olabilirdi...
Ancak uluslararası ilişkilerde yalnızlık, ittifaklar kuramamak ve uluslararası kuruluşları harekete geçirememek anlamına geliyor. Bu yalnızlığın Türkiye açısından bir değeri bulunduğunu ileri sürmek başarısız bir spin doktorluğu denemesi olmaktan öteye gitmiyor.
Kalın’ın dünyada müstehzi tebessümlerle not edildiğini bildiğimiz “değerli yalnızlık” sözde kavramının aradan geçen süre zarfında unutulmadığına, 17-19 Ekim’de Türkiye’nin güneyindeki turizm merkezi Bodrum’da katıldığım bir uluslararası toplantıda tanık oldum.
İstanbul merkezli prestijli düşünce kuruluşu Ekonomi ve Dış Politika Araştırma Merkezi (EDAM) tarafından bu yıl onuncusu düzenlenen “Bodrum Yuvarlak Masası”na katılan üst düzeyli bir Batılı güvenlik yetkilisi, Türkiye’nin İslam Devleti karşıtı koalisyonda yer almaktaki isteksizliğinin sonuçlarına değinirken şu soruyu ortaya attı:
“Türkiye tehlikeli bir yalnızlığa mı sürükleniyor?”
Ardından, adının açıklanmasını istemeyen bu yetkiliden, yaptığı “tehlikeli yalnızlık” uyarısının verilmesi önceden tasarlanmış bir mesaj olduğunu öğrendim. Doğaçlama değildi. 
Türkiye’nin yalnızlığı mutlaka başına bir sıfat konularak tarif edilecekse, bu sıfat elbette ki “değerli” değil, “tehlikeli” olurdu.
Tehlikelilik, Türkiye’nin yalnızlığının fıtratında vardır.
Türkiye, güney sınırlarındaki İslam Devleti (İD) krizi patlak verene değin izlediği politikalarla kendisini bölgesinde ve dünyada zaten yeterince yalnızlaştırmış bir ülkeydi.
Ankara, Mısır’daki 3 Temmuz 2013 darbesine gösterdiği tepkide Müslüman Kardeşler yandaşlığını abarttığı için Kahire’deki yeni yönetimin yanı sıra Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni de karşısına almıştı.
Ankara’nın Gazze ve Hamas merkezli Orta Doğu politikası, İsrail’le 2010’daki filotilla hadisesi nedeniyle kopan ilişkilerin normalleşmesi yönündeki karşılıklı çabaların sonuç vermesini önleyen bir faktör olageldi.
Ankara’nın 2011’in sonbaharından bu yana Şam’daki rejimi devirmek ve yerine Müslüman Kardeşler ağırlıklı bir iktidarın gelmesini sağlamak üzere sürdürdüğü Suriye politikası da Türkiye’yi Şam-Bağdat-Tahran ekseniyle karşı karşıya getirdi.
Neticede, Ortadoğu’da Türkiye’nin ittifak kurabildiği tek ülke olarak Katar kalmış bulunuyor.
AKP iktidarı, Türkiye’yi AB perspektifinden ve genel manada Batı’dan uzaklaştırarak, Orta Doğululaştırmayı iç ve dış politikadaki hedefleriyle uyumlu bir strateji olarak tercih etti. Bunun sonucu Avrupa’da da yalnızlaşma oldu.
Türkiye’nin 17 Ekim’deki BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliği oylamasında 132 oy alan İspanya karşısında sadece 60 oy alarak uğradığı yenilgi ise ülkenin uluslararası kurumlar nezdindeki yalnızlaşmasını gösteren dramatik bir gelişme olarak kayda geçti. 
Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasından önce, 2008’de aynı koltuk için yarışan Türkiye, BM üyelerinden 151 oy alarak iki yıllığına Güvenlik Konseyi üyesi olmaya hak kazanmıştı. 2008’deki Türkiye ile 2014’teki Türkiye aynı Türkiye değillerdi tabii ki.
2014’deki Türkiye, Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin izlediği ideolojik eksenli dış politika neticesinde “komşularla sıfır sorun” şiarından, “sıfır komşu, çok sorun” gerçeğine savrulmuş, bugün Ortadoğu’daki düzensizlik ve kaostan doğan hemen hemen bütün sorunlarla yüz yüze gelmiş bir Türkiye.
Ve bu Türkiye, oluşumunda kendi Suriye politikasının büyük payı bulunan bir tehditle hem ülke içinde hem de güney sınırları boyunca artık karşı karşıya...
Tabii ki İslam Devleti’ni kastediyorum.
İslam Devleti tehdidi büyürken Türkiye’nin yalnızlığı şu şekilde daha da tehlikeli bir hal alıyor:
AKP Türkiye’si Şam’daki rejimi en kısa sürede devirme telaşıyla ülkenin Suriye ile dünyanın geri kalanı arasında bir “uluslararası cihatçı koridoru”na dönüşmesine göz yummasaydı, cihatçıların ülkeyi bir geri lojistik üs olarak kullanmasını önleseydi, İD bu denli güçlenip, sonunda Suriye’deki Kürt kantonlarından Kobani’yi ele geçirme aşamasına gelemeyecekti.
Aynı zamanda Ankara, 2012’nin sonbaharından bu yana tehdit olarak gördüğü Suriye’deki Kürt otonomisini başarısızlığa uğratmak için uyguladığı ambargoların yanı sıra bu ülkedeki İslamcı muhalif gruplar vasıtasıyla bir vekalet savaşı da yürütmekteydi.
Ankara, İslam Devleti tehdidine karşı varsayılan müttefiki ABD’nin öncülüğünde vücuda getirilen koalisyona aktif biçimde katılmamaktaki ısrarını Kobani kuşatmasının en kritik evrelerinde de sürdürünce, Türkiye’nin bu yalnızlığının kendi ulusal güvenliği açısından ne kadar da tehlikeli bir hal alabileceği ortaya çıktı.
Kobani’de hem akrabalık ilişkileri hem de siyasi-ideolojik bağları nedeniyle yakın oldukları Kürtlerin yüz yüze kaldığı felaketten Ankara’yı sorumlu tutan PKK tabanı, 6 Ekim’den itibaren yaygın sokak şiddetini de içeren örgütlü bir protesto hareketi başlattı. 35 ile yayılan olaylarda 50 kişi öldü, binlerce araç, ev, okul ve iş yeri tahrip edildi. Yüzlerce kişi yaralandı.
Türkiye siyasi tarihine “Kobani olayları” olarak geçen bu dört gün boyunca bir çok Anadolu kentinde Kürtler ve Türkler ilk kez endişe verici biçimde karşı karşıya geldiler ve ülkede bir iç savaş potansiyelinin mevcut olduğu bu şekilde görüldü.
Türkiye bir belirsizlik politikasının ardına sığınmayıp, İslam Devleti tehdidine karşı siyasi ve ideolojik açılardan net bir tercih yaparak uluslararası koalisyonun aktif bir üyesi olarak davransaydı, bir başka deyişle yalnızlığı tercih etmeseydi, Kobani krizi ülke içine ulusal güvenliği tehdit eden boyutlar kazanarak yansımayacaktı.
Bu olaylardan bir hafta sonra “Türkiye’nin tehlikeli bir yalnızlığa sürüklendiği” uyarısını yapan Batılı güvenlik yetkilisi şu soruları da sormuştu:
“Türkiye bölgedeki etkinliğini nasıl yaymak istiyor? İslamcılıkla mı, ekonomik entegrasyon yoluyla mı, yoksa batılı kurumlara aidiyeti üzerinden bir güvenlik güvencesi sunarak mı?”
Ankara İslamcılık yaparak etkinliğini yayamayacağını, tam tersine kendisini tehlikeli biçimde yalnızlaştıracağını henüz idrak etmişe benzemiyor.
Karşımızda aynı anda hem Suriye’deki rejimi devirmeye, hem kendi Kürtleriyle sözde barış yapmaya çalışırken onların Suriye’deki uzantılarını vekalet savaşıyla yenilgiye uğratmaya, İslam Devleti’ni idare etmeye çalışırken koalisyonun da bir üyesiymiş gibi davranmaya çalışan bir Ankara var.
Ankara aynı anda beş topla oynayan bir jonglör olmaya heves etmiş gibi görünüyor.
Bütün bunları aynı anda yapmaya kalkışan Ankara sonunda hiçbirini yapamıyor; bütün topları elinden düşürüyor.
Tehlikeli yalnızlık böyle bir şey.