•     04 Aralık 2024

Trump’ın Erdoğan’la dostluğu Türkiye’nin yalnızlığını derinleştiriyor

Barış Pınarı Harekâtı’na tepki olarak “Ermeni Soykırımı”nın tanınması ve Türkiye’ye kapsamlı yaptırımları öngören iki tasarının aynı gün ABD Temsilciler Meclisi’nden geçmesi, Erdoğan’ın ABD’yle ilişkilerini sadece Başkan Trump’la olan kişisel dostluğu temelinde sürdürmesinin mümkün olmadığını gösterdi.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Suriye’deki YPG güçlerine karşı 9 Ekim’de başlattığı “Barış Pınarı Harekâtı”nı bir hafta sonra Washington’ın girişimiyle askıya alarak geçici ateşkesi kabul etmesi, ABD Başkanı Donald Trump’ın Erdoğan’a duyduğu hayranlığı ifade etmesine vesile olmuştu. Trump, 17 Ekim’de Ankara’ya gönderdiği Başkan Yardımcısı Mike Pence ve Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun aynı gün Erdoğan’ı ateşkese razı ettiklerini öğrendikten sonra şunları söylemişti: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’a teşekkür etmek ve onu kutlamak istiyorum. O benim arkadaşım ve bir sorun çıkmadığına çok memnunum, çünkü açıkça söylemek gerekirse, o müthiş bir lider ve zorlu bir adam.”
Trump, Erdoğan’ı İngilizcede “otokrat” sözcüğünün yerine kullanılan “strong man” (güçlü adam) olarak da niteledi ama bu ifadeye muhakkak ki olumsuz anlamda değil, Türkiye Cumhurbaşkanı’na olan takdirini belirtmek için müracaat etmişti: “O bir güçlü adam ve doğru olanı yaptı ve bunu gerçekten takdir ediyorum ve gelecekte de takdir etmeye devam edeceğim.” Bu bağlamda Trump, Erdoğan’ın 13 Kasım’da kendi davetlisi olarak Washington’ı ziyaret edeceğini de sözlerine ekledi.
Nihayet Trump, Erdoğan’ın 22 Ekim’de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’le Rusya’nın Soçi kentinde buluşarak Suriye’de YPG’den arındırılmış güvenli bölgenin kurulması hakkında vardıkları mutabakatın ardından, öncesinde harekât dolayısıyla Türkiye’ye karşı çıkardığı yaptırım kararnamesini de geri çekti.
Söz konusu başkanlık kararnamesi, Trump’ın Türkiye’nin harekâtına yeşil ışık yakarak ABD’nin IŞİD’e karşı savaşındaki en önemli müttefiki olan YPG’yi kendi kaderiyle baş başa bıraktığına dair eleştirileri yatıştırmayı amaçlayan sembolik önemdeki yaptırımları içeriyordu.
ABD Başkanı Trump’ın, Rusya’nın Putin’i ve Kuzey Kore’nin Kim’i gibi “güçlü adamlara” duyduğu zaaf, Beyaz Saray’da geçirdiği üç yıl boyunca bu liderlerle kaydedilen ilişkilerinin ışığı altında artık tüm dünyanın malumu. Lakin ABD Başkanı’nın Erdoğan’a hitaben yazdığı 9 Ekim tarihli mektubunda kullandığı “samimi üslup”tan da yansıyan “yakınlık”, Türk-Amerikan ilişkilerinin bütününü tarif etmeye yetmiyor.
Trump, Erdoğan’a olan düşkünlüğünde gerçek anlamda tek başına. Bu yakınlığa kendi yönetimi içinde dahi ortak olan yok. Tersi söz konusu. Buna bir misal, ABD Savunma Bakanı Mark Esper’ın 24 Ekim’de Brüksel’deki bir konferansta Türkiye’nin Suriye’ye düzenlediği harekâtın “kendilerini çok berbat bir duruma düşürdüğünü” söylemesidir. Esper aynı konuşmada “Türkiye’nin kuzey Suriye’ye düzenlediği sorumsuz saldırının geçen yıllarda burada (IŞİD’e karşı) elde edilen kazanımları tehlikeye attığını” da belirtmişti. Esper’ın bu sözleri, Trump’ın Türkiye’ye yaptırım kararnamesini yürürlükten kaldırmasından bir gün sonra ifade ederek ABD Başkanı’yla bariz çelişkisini sergilemekten kaçınmamış olması da kayda değerdir.
Trump’ın Erdoğan’dan “O benim arkadaşım” diye bahsetmesine bakarak bu iki kişinin güzel ilişkiler içinde olduğunu düşünebiliriz. Ama ülkelerin “ikili ilişkileri”, hele bunlardan biri güçlü kontrol ve denge mekanizmalarına sahipse, sadece liderlerin arasındaki arkadaşlıkla idare edilemiyor. Dolayısıyla Trump ve Erdoğan arasındaki iyi arkadaşlık, Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihinin en tahripkar krizini yaşamakta olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Türkiye parlamentosunun 2003’te ABD birliklerinin Irak’ı kuzeyden işgal etmek üzere Türkiye topraklarından geçmesine izin vermemesi sonucunda, Türk-Amerikan ilişkileri Soğuk Savaş sonrasındaki en kritik sınamasından büyük hasarla çıkmıştı. İlişkiler bu nedenle “stratejik” olma vasfını yitirdi. 2009’dan itibaren belirgin biçimde İsrail ve Batı karşıtı bir yönelim içine giren Türk dış politikası, Washington’ın Ankara’ya bakışının olumsuzlaşmasına yol açtı. ABD’nin 2014’ten itibaren, Türkiye’nin terörist olarak gördüğü ve mücadele ettiği ayrılıkçı Kürt örgütü PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG’yi IŞİD’e karşı silahlandırarak eğitmesi bu kez Ankara’da Washington’a yönelik ağır bir güven bunalımı doğurdu. Daha da kötüsü Türkiye’deki 15 Temmuz 2016’da meydana gelen başarısız darbe girişiminin ardından yaşandı. ABD’yi darbe girişiminin ana omurgasını oluşturan Gülenci örgütü koruyup kollamakla suçlayan Ankara’nın eski ortağına karşı duyduğu güvensizlik, 15 Temmuz’dan sonra hızla tehdit algısına dönüştü.
Dolayısıyla sahadaki durum, NATO üyeleri Türkiye ve ABD’nin bırakın stratejik ortaklığını, hâlihazırda kağıt üzerindeki müttefikliklerini dahi doğrulamıyor.
Türkiye’nin 9 Ekim’de başlayan Barış Pınarı Harekâtı’na gelene kadar Türk-Amerikan ilişkileri, Washington’daki bürokratik ve siyasi kurumlarda zaten sahipsiz kalmıştı. Trump yönetimi de ikili ilişkileri koruma gayretindeki belki de tek kurum olan ABD Dışişleri Bakanlığı’nı ciddi ölçüde etkisizleştirmişti. Kişisel planda ise Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik olumsuz tepki birikiminin en yüksek seviyede olduğu kurumlar arasında Kongre ve Pentagon sayılıyordu.
Trump ve Erdoğan’ın kişisel dostluğu, Türkiye-ABD ikili ilişkilerindeki krizin kurumsal sathında büyüyen güvensizlik nedeniyle aslında her iki lidere de zarar veriyor. Amerikan kurumlarında Trump’a ve Erdoğan’a farklı nedenlerle duyulan tepki, bu iki liderin arasındaki iyi ilişkilerin Barış Pınarı Harekâtı örneğindeki tezahürleri karşısında da görüldüğü gibi çarpan etkisi yaratıyor.
Amerikan yerleşik düzeni ve yasama organının, Trump’ın dış politikasını fazlasıyla keyfi, öngörülemez, kişiselleşmiş ve dürtüsel bulduğu biliniyor. Amerikan kurumlarının Trump’a bu nedenlerle duyduğu tepki Erdoğan’a, Erdoğan’a karşı oluşan öfke de Trump’a yansıyor.
ABD Kongresi’nin Türkiye’ye yaptırım uygulama iştahı böylece kabarıyor. Tüm bu negatif dinamiklerin sonucu ise Türkiye’nin yalnızlaştırılmasının bir trende dönüşmesi oluyor.
Trump’ın Putin’le olduğu varsayılan kişisel ilişkileri, Beyaz Saray’ın dış politikası hakkında Amerikan Kongresi ve “yerleşik düzen”de ilk andan itibaren belirli bir güvensizliğe zaten neden olmuştu. 2017’de Demokrat ve Cumhuriyetçilerin desteğiyle Kongre’den geçen “Amerika’nın Hasımlarına Yaptırımlarla Karşı Koyma Yasası” (CAATSA), yasama organının Trump’ı kontrol altında tutma gailesinin erken sonuçlarından biridir. CAATSA, ABD Başkanı’nı Rusya’nın silah endüstrisine ve bu ülkeden kayda değer miktarda silah alımı yapan taraflara yaptırım uygulamaya Kongre nezdinde memur ediyor.
Diğer taraftan Türkiye 2019’un yazında Rusya’dan stratejik S-400 hava savunma sistemlerini satın alarak CAATSA yaptırımlarının potansiyel hedefi haline geldi. Trump’ın ise Türkiye’ye CAATSA yaptırımlarının uygulanmasından yana olmadığı malum. Trump geçen temmuzda, Türkiye’yi S-400 almaya mecbur eden nedenin, Obama yönetiminin Amerikan Patriot sistemlerini Türkiye’ye satmaması olduğunu ileri sürmüştü.
S-400 alımı sonucunda Türkiye’nin şimdilik maruz bırakıldığı tek yaptırım F-35 projesinden dışlanmak oldu. Buna mukabil, Trump’ın Türkiye’ye CAATSA yaptırımlarını tatbik etmek istememesinin Kongre’de ABD Başkanı’na karşı duyulan tepkiyi artırdığını gözlemlemek mümkün. Söz konusu tepki Temsilciler Meclisi’nin Suriye’de giriştiği harekât nedeniyle Türkiye’ye karşı 29 Ekim’de kabul ettiği geniş kapsamlı yaptırım yasası tasarısının içeriğinde de somutlaştı.
Genel kurulda yapılan oylamada, Cumhuriyetçilerden de geniş destek görerek 16’ya karşı 403 oyla kabul edilen yasa tasarısının hedefleri, harekâtta rol oynayan üst düzeydeki Türk yetkililerine yaptırım uygulanması ve bu harekâtta kullanılabilecek her türlü silah sisteminin Türkiye’ye satışının engellenmesiyle sınırlı kalmıyor.
Yasa tasarısında bunların da ötesinde başka iki konuda, Trump yönetiminin uhdesinde olup askıda tuttuğu yaptırımların uygulanması buyuruluyor. Bunlardan biri, Amerikan yargısının İran’a yaptırım rejimini delmekle suçladığı devlet bankası Halkbank’la ilgili. İkincisinde de ABD Başkanı S-400 alımı nedeniyle CAATSA yaptırımlarını Türkiye’ye karşı uygulamaya mecbur ediliyor.
Kongre’nin Erdoğan’a karşı duyduğu öfke, oylanarak kabulü ilginç bir şekilde Türkiye’nin milli günü olan 29 Ekim’e rastlayan bu yasa tasarısına doğrudan yansımış. Yasa tasarısında ABD kurumları Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve ailesinin mensuplarının mal varlıklarını araştırmakla memur ediliyor; ABD Başkanı’ndan da, ABD ile ilgili iseler bu mal varlıklarının dondurulması amacıyla tedbir alması isteniyor.
Temsilciler Meclisi’nin Demokrat Başkanı Nancy Pelosi’nin Türkiye’ye karşı yaptırım yasa tasarısını, “Bugün Demokratlar ve Cumhuriyetçiler Beyaz Saray’da eksik olduğu kesin olan güçlü ve akıllı liderliği sergilemek için bir araya geldiler” diyerek selamlaması, Erdoğan’la kişisel dostluğu nedeniyle Trump’a karşı duyulan tepkinin bir işaretiydi.
Senato’nun Cumhuriyetçi Çoğunluk Lideri Mitch McConnell’ın NATO üyesi Türkiye’ye karşı bu yaptırımları desteklemediği biliniyor. Buna rağmen Temsilciler Meclisi’ndeki gibi iki partili bir siyasi dinamik Cumhuriyetçi çoğunluklu Senato’da da oluşursa McConnell’ın buna karşı direnmesi güçleşebilir.
Yine 29 Ekim’de Temsilciler Meclisi, 1915’te Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni nüfusa karşı girişilen katliamları “soykırım” olarak tanıyan bir karar tasarısını üçe karşı 405 oyla kabul etti. Türkiye’nin ABD Kongresi’nden bu konuda bir karar çıkmaması için on yıllardır harcadığı yoğun diplomatik çabalar da böylece heba oldu.
Türkiye’nin ABD’yle olan tüm meselelerini Erdoğan iktidarının ABD Başkanı Trump’la aşırı ölçüde kişiselleştirdiği ilişkilerin zemininde çözmek istemesinin Kongre’nin sorumsuz müdahalelerini kışkırtarak yol açtığı vahim sonuçlar Türkiye’nin yalnızlığını artırırken, ikili ilişkileri tam tersine içinden çıkılmaz ve yıkıcı bir noktaya sürüklüyor.